19 Aralık 2022 Pazartesi

Gençlerimizin Merkezi Sınavlarla İmtihanı

 


  Ülkemizde uzun yıllardır üniversite sınavları merkezi olarak yapılmakta, adaylar elde ettikleri puan sıralaması ve tercihlerine göre üniversitelerin bölümlerine objektif olarak yerleştirilmektedir.  Yine 10-15 yıldır da çeşitli isimler (Oks,Teog,Lgs vb.)  altında liselere giriş sınavları da merkezi olarak yapılmakta, adaylar başarı sıralamaları  ve tercihlerine göre  bir ortaöğretim kurumuna yerleşmektedirler. Yaklaşık çeyrek asırdır kamuya memur alımı için merkezi olarak Kamu Personeli Seçme Sınavı ( Kpss) yapılmakta sınavda yüksek puan alan ve sıralama derecesi yüksek olan adaylar kamu kurumlarına memur olarak atanmaktadırlar. Ülkemizdeki merkezi sınavların nesnelliği ve güvenilirliği konusunda şüphe yoktur.   2.5 milyon üniversite adayından her birini istediği bölüme yerleştirebilecek /okutabilecek imkânlarımız olmadığına göre, kur’a çekerek yerleştirme yapılamayacağına göre, şimdilik objektif bir sınav, bağıl ölçütlü  böyle bir puan sıralaması en iyi yöntemdir. Her sınav döneminde, sınavın mantığını bilmeyen/anlamayan hatta eğitimin tanımını yapmaktan aciz birçok “uzman”!  sınavdaki soruların çok zor olduğu/ çocukların hayalleriyle oynandığı/ çocukların yarış atına çevrildiği/eğitimde eşitliğin olmadığı/gençlere yazık edildiği/…vs. geyik muhabbetleriyle kafaları karıştırıyorlar.  “Geyik muhabbeti” diyorum zira hiçbir haklı/mâkul gerekçesi yoktur bu açıklamaların.
 Oysaki
1.Merkezi sınavlar,(Lgs,Yks,Kpss vb.) yarışma sınavıdır, bu sınavlardaki ölçme sistemi bağıl ölçmedir, yani adaylar arasındaki sıralamadır önemli olan. Soruların zorluğunun /kolaylığının bu sıralamaya/bölümlere yerleşmeye hiçbir etkisi yoktur. Somutlaştırırsak, YKS’de genelde ilk 20 bin sıralamasında yer alan aday Tıp Fakültelerine yerleşebilir. Sorular daha kolay ise adayların puanları yükselir, zor ise bu adayların puanı düşer, ama her halükarda bu ilk 20 bin aday Tıp Fakültelerine yerleşirler. LGS’de de durum farklı değildir. Ülke genelinde Fen Liselerinin 36 bin, Sosyal Bilimler liselerinin 10 bin, sınavla öğrenci alan Anadolu liselerinin 56 bin kadar kontenjanı mevcuttur. Burada da LGS’deki soruların zorluğu/kolaylığı değil, adayların başarı sıralamalarındaki yeridir önemli olan.  Fen Lisesine yerleşmeyi hedefleyen bir öğrencinin tüm adaylar içinde ilk 36 bine girmesi gerekir. Soruların zorluğu ve kolaylığı bu sıralamayı değiştirmez. İlk 36 bine giren ve Fen liselerine yerleşen öğrenciler, sorular kolaysa daha yüksek puanlarla, sorular görece zor ise daha düşük puanlarla bu okullara yerleşmiş olurlar, ama sonuç değişmez, sıralamada her halükarda ilk 36 bine giren öğrenciler Fen liselerinde okuma fırsatı bulurlar.
2. Üniversitelerin istihdam alanı olan iyi bölümleri (Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık, Hukuk, Köklü üniversitelerin Mühendislik bölümleri vb. ) kontenjanları mahduttur/sınırlıdır. Ayrıca bu bölümlerde okuyacak öğrenciler, daha ilkokuldan itibaren derslerini günü gününe çalışarak/öğrenerek kendisini bu zorlu eğitimlere hazırlamış olmalıdır.  Bu hazırlığı yapmış olanları adilce seçmek için gereklidir merkezi sınav.
3.Lise sona kadar gezmeye/ eğlenmeye gider gibi okula gidip gelenlerin merkezi sınavlarda başarı gösterebilmesi mümkün değildir. Bu bir tercih meselesidir, burada “ bir yazık etme” den söz edilemez. Burada asıl tuhaf olan (kendisini akademik eğitime hazırlayan da hazırlamayan da ) herkesin üniversite okuma isteğidir.
4.”Eğitimde eşitlik ”ten fırsat eşitliği anlaşılmalıdır. Devlet okumak isteyen her bireye eşit imkânlar sunar, maddi imkânı yetersiz aile çocukları burs/kredi /yurt/parasız yatılı vb. imkânlarla da desteklenir, desteklenmektedir. Bundan sonrası öğrencinin kapasitesine, emeğine, çalışmasına, başarılı olmasına bağlıdır. Kapasitesi düşük olan/yeterince çalışmayan ve başarılı olamayan öğrencilere haksızlık yapılmış olmaz.
5.İnsan psikolojisi başarısızlığı hazmetmek istemez, tembelliğinden kaynaklı başarısızlığının müsebbibi olarak hep sanal bahaneler (soruların zorluğu/cevaplarda kaydırmalar/ okulda anlatılmayan konulardan soru sorulması vb.) üretir ve kendisini geçici olarak kandırır/ rahatlatır. Her merkezi sınav sonucu gördüğümüz serzenişler biraz da bununla ilgilidir. Bazı başarısız bireyler daha gerçekçidir, marifetmiş gibi ”çalışsam yapardım ama çok çalışmadım” derler. İşte mevcut sistem tam da “çalışan”ı/ daha çok emek vereni ayırt etmektedir.

Sonuç;

Ülkemizde uzun yıllardır, kamuda istihdam edilecek memurların  ,akademik (lise  ve üniversite) eğitim alacak öğrencilerin seçimleri merkezi sınavlarla (Kpss,Lgs,Yks)yapılmaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinde akademik eğitim alacak öğrencilerin seçimleri ilkokuldan itibaren kurullarca (rehberlik servisleri, öğretmenler kurulları vb.) yapılan yönlendirmelerle yapılsa da genç nüfusun ve üniversite okuma beklentisi çok yüksek olan ülkemizde hâlâ en iyi yöntem objektif merkezi seçme sınavlarıdır. 

Gelişmiş batı ülkelerinde eğitim çağı nüfusunun % 30’u kadarı akademik eğitime yönlendirilir. Lise eğitimleri buna göre kurgulanmış olup liselerin %70’i mesleki eğitimden oluşur. Liselerde mesleki eğitim alan öğrencilerin üniversite okuma hedefleri bulunmaz. Piyasada mesleğini icra ederler. Bizde ise durum maalesef tam tersidir. Liselerimiz, %30’u kadar mesleki eğitim,%70’i kadar ise akademik eğitim verecek şekilde planlanmıştır. Hal böyle olunca çağ nüfusunun %70’i, akademik eğitim hedefi/hayali içerisine sokulmaktadır ki bu durum hayatın gerçekleriyle, piyasa şartlarıyla/ ülkemizin ihtiyaçlarıyla uyuşmamaktadır. Akademik eğitim beklentilerini /hedeflerini düşürmeliyiz. Velileri ve öğrencileri buna alıştırmalıyız. Her öğrenci üniversite okumak zorunda değildir. Hatta lise eğitimi bile zorunlu olmamalıdır. Ülkemizde böyle bir ihtiyaç yoktur. Bilakis ara eleman ihtiyacı/açığı her geçen gün yükseliyor, sanayide yeteri kadar çırak ve kalfa bulunamıyor.  Anlayışlarımızı değiştirmeliyiz. Kendisini ilkokuldan itibaren akademik eğitime hazırlamayan/ sürekli ders çalışma alışkanlığı kazanamamış çocuklarımızı çıraklık eğitim merkezlerine, meslek liselerine yönlendirmeliyiz. Ülkemizin mühendisten çok hemen her alanda iyi yetişmiş ustalara ihtiyacı olduğunu, iyi yetişmiş işinin erbabı ustaların, alanlarının mühendislerinden fazla kazanabildiklerini unutmamalıyız.

2 Ağustos 2022 Salı

Öğretmenlik Kariyer Basamakları Üzerine Bazı Düşünceler

 


Yıllardır konuşulan “Öğretmenlik Meslek Kanunu” 14 Şubat 2022 tarihinde, 31750 sayılı Resmi gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2022/02/20220214-1.htm

Genel olarak eğitim camiasının beklentilerini karşılamayan bu kanunun 6.maddesi  “Öğretmenlik Kariyer basamakları” na ayrılmış.

Uzman öğretmen ve Başöğretmenlik süreçleri, asgari çalışma süreleri, (Uzman öğretmenlik için 10 yıl öğretmenlik, Başöğretmenlik için 10 yıl uzman öğretmenlik yapmış olmak) uzman ve başöğretmenlik eğitim programları süreleri (uzman öğretmenlik 180, Başöğretmenlik için 240 saat) Belirlenen mesleki gelişim alanlarında öngörülen asgari çalışmaları tamamlamış olmak kanunla belirlenmiş. Ayrıca kanunun 6 maddesinin3. Fıkrasında; tezli- tezsiz, alanında-başka alanlarda, uzaktan-yüz yüze vb. hiçbir ayrımı yapılmaksızın,

“3) Yüksek lisans eğitimini tamamlayanlar uzman öğretmen unvanı için öngörülen, doktora eğitimini tamamlayanlar ise başöğretmen unvanı için öngörülen yazılı sınavdan muaf tutulur.” hükmü yer almıştır. 6.maddenin 8.fıkrasında da “Öğretmenlik mesleği kariyer basamaklarında ilerlemeye ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir.” maddesi eklenmiş ve buna istinaden de “Aday Öğretmenlik ve Öğretmenlik Kariyer Basamakları Yönetmeliği” nin yayımlanmasıyla süreç başlamış oldu. Şartları tutan yaklaşık 600 bin öğretmenimiz eğitimlere başladılar.19 Kasım 2022 tarihinde de sınava katılacaklar. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=39517&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5

Sürece ilişkin öğretmenlerimizin haklı itirazlarına neden olan bazı hususlar şöyle sıralanabilir;

1.Öğretmenlerimizin mesleki gelişimleri ve bunun kariyer basamakları ile tescil edilerek özlük haklarında da iyileştirmeler yapılması şüphesiz önemli bir konu olmakla birlikte bunun kurgulanmasında yer alan (9 ve 12 ) eğitim konu başlıklarının birçoğunun eğitimle pek ilgili olmaması, genelde alanda uygulanması mümkün olmayan teorik bilgilerden oluşması, ve eğitim konularında çok fazla ayrıntı bulunması doğru olmamış, öğretmenlerimizi bunaltmıştır.

2. Ayrıca kanunun 6 maddesinin3. Fıkrasında; tezli- tezsiz, alanında-başka alanlarda, uzaktan-yüz yüze vb. hiçbir ayrımı yapılmaksızın lisansüstü eğitimi tamamlayanların (Yüksek lisansı tamamlayanların uzman öğretmenlik, Doktora eğitimini tamamlayanların da Başöğretmenlik ) sınavdan muaf tutulacağı düzenlenmiştir ki bu kabul edilebilir bir durum değildir. Bir Matematik öğretmeninin Beden Eğitimi, bir Müzik öğretmeninin Tarih alanında yaptığı/yapacağı yüksek lisans eğitiminin öğretmenin alanıyla ilgili nitelik artırdığı söylenebilir mi? Bu uygulamanın mevcut haliyle özel üniversitelere öğretmenlerden yüzbinlerce uzaktan, tezsiz yüksek lisans müşterisi! kazandırmaktan başka eğitim hayatımıza bir faydası ! olmayacaktır.

Bu yönetmeliği hazırlayan bürokratlarımız önceki yönetmeliğe hiç bakmamışlar mı acaba? Hâlbuki öğretmen kariyer basamaklarına ilişkin bir önceki (2005)yönetmelikte;

 “Alanında veya eğitim bilimleri alanında tezli yüksek lisans veya doktora öğrenimini tamamlayanlar, öğretmenlik kariyer basamaklarında yükselme sınavından muaftır.” maddesinin çok daha makul ve eğitim ve öğretmene nitelik kazandıracak durum olduğu çok açık. https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2005/08/20050813-2.htm

3.Bilindiği gibi öğretmenliğin asıl kaynağını oluşturan Eğitim Fakültelerinde, 4 yıllık eğitim süreci içinde pedagojik formasyon dersleri de okutulur iken, Eğitim Fakültesi dışındaki  (Fen Edebiyat, Tarih, Fizik vb.)bazı fakültelerin mezunları öğretmen olabilmek için gerekli olan pedagojik formasyon derslerini mezuniyetlerinden sonra bazı üniversitelerde açılan eğitimlere katılarak aldılar. Bunun adı da “Yüksek lisans” olunca, Eğitim Fakültesi mezunu öğretmenlerden farklı, fazladan bir eğitimleri olmamasına rağmen bu öğretmenlerimiz de kariyer basamakları sınavından muaf oldular. Böylece Eğitim Fakültesi öğretmenleri mağdur edilmiş oldu.

4.Özellikle eğitim ve alanıyla ilgili sürekli kendisini geliştiren, eğitim ve alanıyla ilgili seminer ve çalıştayları kaçırmayan, çalıştaylarda bildiri sunan, sürekli hizmet içi eğitimlere katılan, makaleler, kitaplar, ders kitapları yazan,  yurt içi-yurt dışı birçok projeler hazırlayan, alanıyla ya da eğitimle ilgili yurt içi/dışı yarışmalarda derece alan,(örneğin uluslar arası spor müsabakalarında dereceye giren Beden Eğitimi öğretmenleri) vb. öğretmenlerimizin eğitime daha fazla katkı sağlayacağı çok açık olmasına rağmen öğretmenlerin kariyer basamakları yükselmesinde hiç etkisinin bulunmaması kabul edilebilir bir durum değildir. Belirlenen eğitim konularını adeta ezberleyen fakat alanda hiçbir artı çalışması, niteliği bulunmayan birçok öğretmen kariyer sınavından alacağı geçerli puanıyla, uzman/başöğretmen unvanı alabilir. Mevcut haliyle öğretmenlik kariyer sistemi, eğitim hayatımıza katkısı olmayacağı gibi öğretmenler arasında ayrışmaya, veliler arasında çocuğu için uzman /başöğretmen seçme/arama yarışına neden olacağı aşikârdır.

Sonuç olarak mevcut kariyer uygulaması öğretmenlerimizden onay alamamış yüzbinlerce öğretmenimizin haklı serzenişlerine neden olmuştur. Mevcut uygulamanın yerine, sicilinde sıkıntısı olmayan belli kıdeme sahip  (genelde paydaşlarca uzmanlık için10, başöğretmenlik için 20 yıllık kıdemi uygun bulunmakta ) öğretmenlerimizin eğitim hayatımıza, alana katkısı olacak eğitim süreçlerini tamamlamaları şartıyla yapılacak kariyer yükselmesi daha makul gibi görünmektedir.

 

 

13 Temmuz 2022 Çarşamba

Sağlıkta Şiddet mi, Provokasyon mu?

 


En başta söyleyelim ki, hiç kimsenin hiçbir insanı,  hatta hiçbir canlıyı darp etme, fiziksel şiddet uygulama, sövme, dövme, hakaret etme vb. hakkı yoktur. Sadece devletin kolluk kuvvetleri, gerektiği yerlerde, gerektiği kişilere, gerektiği kadar devlet adına hukuk kralları içerisinde zor kullanabilir.

Belki eskiden de vardı, bu kadar iletişim gelişmediği için çok duyulmuyor, bilinmiyordu. Son yıllarda medyada, sağlık çalışanlarına yönelik darp girişimleri sıklıkla yer almaya başladı. Zaman zaman şiddetin boyutu o kadar arttı ki sağlık çalışanlarının öldürülmesiyle sonuçlananlar bile oldu.

Sağlıkta şiddetin önlenmesi konusunda Sağlık Bakanlığı ve TBMM gerekli girimlerde bulundular, ceza hukukunda sağlık çalışanlarına yönelik şiddet eylemlerinde cezalar ve caydırıcılık artırıldı. Sağlık çalışanlarına yönelik işlenen söz konusu suçlar için verilen hapis cezalarında “hükmün ertelenmesi” uygulaması kaldırıldı. (https://kulahukuk.com/blog/saglikta-siddet-yasasi)

Maalesef fiziksel şiddet ve darp konusunda millet olarak sabıkalıyız. Yarım asrı devirenler çok iyi bilirler ki dayak toplumca kabullenilmiş “terbiye” ve ”tecziye” etme metoduydu adeta,  askerde, okulda, evde, sokakta dayak yemeyen yok gibiydi.

Durumu normalleştirmek için üretilen “Eti senin kemiği benim” “Dayak cennetten çıkmıştır” ,” Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”, ”Kızını dövmeyen dizini döver”,” Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”,” Çakmaklara gaz, telefonlara şarj, serserilere dayak farz…”,” Testi kırılmadan, tokadı atacaksın” vb. vecize ve atasözlerimiz bile vardı. Bu kültürde yetişmiş nesillerin bir çırpıda bundan kurtulması çok kolay değil, normalleşmenin biraz zaman alacağı kesin.

Bu tür sorunların sadece cezai müeyyidelerle çözülmesi mümkün değildir. Bir yandan söz konusu suçların cezaları artırılırken öte yandan da konunun, derinlemesine irdelenerek özellikle sağlık çalışanlarına yönelik şiddette görece artış varsa bunun nedenlerinin araştırılması ve çözümler üretilmesi gerekmektedir.

Genelde müşahede edilebilen bazı sebepler şöyle sıralanabilir;

1.Sağlık çalışanları (muhtemelen fazla hasta baktıklarından) hasta ve hasta yakınlarına yeterince zaman ayıramamakta, onlarla gereği kadar ilgilenememekte/konuşamamakta, onları yeterince aydınlatamamaktadırlar. (Özel sağlık kurumlarında sağlık çalışanlarına karşı bu tür şiddet olaylarının görülmeme sebeplerinden biri ve en önemli sebebi bu olabilir)

2.Sağlık kuruluşlarına gelen hasta ve hasta yakınlarının stresi, profesyonel sağlık çalışanlarınca profesyonelce alınamamaktadır.

3.Pandemiyle birlikte hastanelere kabul edilen günlük hasta sayıları azaltılmış, özellikle bazı bölümlerde randevu bulmak, muayene olmak oldukça zorlaşmıştır. Bu da hasta ve hasta yakınlarının stresini yükseltmektedir.

4.Hasta ve hasta yakınları yeterince eğitim almamış, doğru konuşmasını bilmiyor olabilirler. Ama bu işin eğitimini almış sağlık çalışanları onlarla polemiğe girmek yerine, bilgi ve birikimleriyle hasta ve yakınlarını teskin etmeyi başarmalıdırlar. Sayıları az da olsa hasta ve hasta yakınını azarlayan hatta küfreden sağlık çalışanları  hoş görülebilir mi? Şu doktorun konuşmasına bir bakar mısınız? https://fb.watch/edtzLQYO7V/

5. Sağlıkta, çeşitli gerekçelerle sık sık yapılan iş bırakma eylemleri de hasta ve hasta yakınlarının stresini yükseltmektedir. Zira aylar önceden alınmış randevunun günü geldiğinde “eylem”  nedeniyle sağlık hizmetinin alınamamasının makul açıklaması bulunmamaktadır. Bir askerimiz bir polisimiz şehit olduğunda askerimiz polisimiz iş bırakmadığına göre, bir hakim bir savcımız şehit edildiğinde adliyeler kapatılmadığına, bir öğretmen öldürüldüğünde ülkedeki 60 bin okulda eğitime ara verilmediğine göre bir sağlık çalışanımız şehit edildiğinde de hasta kabulleri durdurularak hastaların mağdur edilmesi savunulabilir bir durum değildir.

6. Meslek örgütü olmasına rağmen marjinal bir siyasi parti gibi eylemler ve provokasyonlar yapan Türk Tabipleri Birliğinin tüm söylem ve eylemleri sanki tüm doktorlarımızın görüşüymüş gibi algı operasyonu yapılmakta bu da ortamı germektedir. (https://www.yenisafak.com/gundem/greve-katilmayi-reddeden-doktor-ttblilerce-hedef-gosteriliyor-3837992)

(https://www.yeniakit.com.tr/haber/ttbnin-provokasyonunun-sonucu-doktor-acil-servisteki-hastalara-bakmayacagim-diyerek-kacti-1672645.html)

(https://www.superhaber.tv/ttb-doktorlarin-en-buyuk-problemi-haline-geldi-hdpnin-yan-kurulusu-gibi-calismasin-haber-405215)

Sonuç;

Hiç kimsenin hiç kimseye, hatta hiçbir canlıya şiddet uygulamasının savunulması mümkün değildir. Şiddetin nedenleri bilimsel metotlarla araştırılmalı çözümler üretilmelidir. Kamu kurumlarındaki, Hizmetlisinden Genel müdürüne kadar tüm çalışanlar devlet adına iş görmekte, 85 milyona hizmet üretmek üzere,85 milyon vatandaşın ödediği vergilerden maaşlarını almaktadırlar. Hiçbir gerekçe vatandaşın hizmet alımına engel teşkil etmez, Hiçbir gerekçeyle vatandaş kamu hizmetinden mahrum edilerek mağdur edilemez, edilmemelidir. Meslek odalarının görevi, meslek elemanları ile vatandaş ve devlet arasında provokasyonluk yapmak değil, meslek gruplarıyla ilgili sıkıntıları ve çözüm önerilerini dillendirmek olduğu unutulmamalıdır.

 

 

 

 

27 Mayıs 2022 Cuma

İlaç mı, Zehir mi?

 


İlaç, canlıyı yaşatmak için kullanılan maddelerin genel adı olmasına rağmen, tam aksine canlıları çeşitli sebeplerle öldürmek için üretilmiş zehirli maddeler için de kasıtlı ve bilinçli olarak ilaç isimlendirmesi yapılmaktadır.

Zirai ilaç, böcek ilacı, haşerat ilacı, bit ilacı, pire ilacı, tarım ilacı, fare ilacı, karınca ilacı vb.isimlendirmeleri hep işitir dururuz.

Oysa ki TDK.na göre;

İlaç;”Bir hastalığı iyi etmek veya önlemek için türlü yollarla kullanılan madde, em, deva.”

Zehir ise ;”Organizmaya girdiğinde kimyasal etkisiyle fizyolojik görevleri bozan ve miktarına göre canlıyı öldürebilen madde, ağı.” olarak tanımlanmaktadır. Buna rağmen zehir üreticileri ve tüccarları, antipatik olmasın diye ısrarla zehir değil ilaç ismini kullanıyorlar.

Kâinatta milyonlarca yıldır milyonlarca canlı türüyle birlikte yaşıyoruz. Her bir yaratılmış canlının çevre dengesi içerisinde bir işlevi olduğunda şüphe yoktur. Hemen bütün canlılar biz insanlara yardımcı olmakta, hayatımızı kolaylaştırmakta, bize muhtelif katkılar sunmaktadır. Buna rağmen masum hayvanlar en çok zulüm ve eziyeti de maalesef biz insanlardan görmektedirler. Bilinç ve ahlaki gelişimini tamamlayamayan İnsanoğlunun hayvanları öldürmek için hep bahaneleri! olmuştur ki günümüzde kapitalist bir mantıkla, daha çok üretmek ve daha çok kazanma hırsı için öldürmek bunun başında gelir. Sebze ve meyve ağaçlarına zehir atılarak oralardan rızkını temin etmeye çalışan canlıları öldürmenin makul sebebi olabilir mi? Sadece biraz daha fazla ürün elde etmek için sebzeleri, meyve ağaçlarını zehirleyerek on binlerce canlının hayatına son verme hakkını biz nereden alıyoruz? Böyle bir hak var mı? on binlerce canlıyı öldürme pahasına elde ettiğimiz ürünler bize hayır getirir mi? O kadar masum canlıyı katletmenin bir bedeli olmaz mı? Ne dinimizde ne de kültürümüzde bu katliama cevaz bulamayız. Atalarımız dağdaki yaban hayvanları açlıktan ölmesin diye vakıflar kurmuş, o canlıları beslemişlerdi.

Hz.Peygamber ;

Yavruları alındığı için ıstırap içinde kanat çırpan bir kuşu görünce, bunu yapanları uyarmış  ve yavruların geri verilmesini emretmiştir.
- Canlı hayvanın bağlanıp hedef haline getirilmesini ve ona atış yapılmasını yasaklamış, hbazı  böyle yapanları lânetlemiştir.

- Hayvanlar arasında güreş ve dövüş tertiplenmesini yasaklamıştır.”

Kanuni Sultan Süleyman, sanatkâr ruhlu bir hükümdar olmasının yanı sıra, mâhir bir kuyumcu, Muhibbi mahlasıyla şiirler yazan usta bir şairdi aynı zamanda. Vakit buldukça Topkapı Sarayının bahçesindeki ağaçları sular, bakım ve budamalarını yapardı. Bir gün bahçedeki bir meyve ağacını karıncaların sardığına şahit olunca, Şeyhülislam Ebussuud Efendinin odasına gider. O sırada odasında olmayan şeyhülislama ince bir üslupla yazdığı sualini Ebussuud Efendi odasına döndüğünde görür ve tebessümle okuduktan sonra Kanunî’nin yazmış olduğu satırların altına sualin cevabını yine şairane bir üslupla yazar. Kanunî hocasına şöyle sormuştu:

Meyve ağaçlarını sarınca karınca / Günah var mı karıncayı kırınca?

Hocası Ebussuud Efendi ise şöyle cevap veriyordu:

Yarın Hakk’ın divanına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca.

İstisnalar dışında tabiattaki hiçbir canlı öldürülmez, öldürülmemelidir.  Bu dünya, biz insanların tapulu malı değil, bütün canlılarla birlikte ortak kullanım alanımızdır. Bir canlının sudan bahanelerle katledilmesini ne dinen, ne ahlaken, ne de vicdanen meşrulaştırmamız mümkün değildir. Hukuk sistemimizde bu konudaki müeyyideler yeterli olmayabilir. Ama unutulmamalıdır ki en büyük berat kişinin vicdanından alınan berattır.  Yeni nesli, çocuklarımızı tüm canlılara saygılı olma konusunda eğitmek, bilinçlendirmek, ebeveynler ve eğitimciler başta olmak üzere tüm yetişkinlerin ortak görevidir.

 

 

13 Mayıs 2022 Cuma

Yeni Neslin Ekonomik Sıkıntılarla İmtihanı

 

Yeni nesil bir alem!   Kanaati, yetinmeyi, şükrü pek öğrenemediler. Hep daha fazlasını ve hemen istiyorlar. Hemen her şeyden müştekiler. İmkânlarını,  ülkemizden 5-10 kat daha zengin ülkelerin imkânlarıyla kıyaslayıp ne denli sıkıntıda olduklarını anlatıp duruyorlar. Aslında haklılar!  Onlar, görece bolluk içinde doğup büyüdüler, yokluk, kıtlık pek görmediler. Eskiyi hiç bilmiyorlar. Ülkemizin her zaman böyle olduğunu sanıyorlar.  

Yeni neslin en büyük handikaplarından biri günümüzde torun-dede, nine iletişiminin pek olmamasıdır. Eskiden, internetin ve tv.nin  yaygın olmadığı dönemlerde torunlar aile büyüklerinin yanında, dede ve nineleriyle  diyalog ve etkileşim içerisinde büyürlerdi. Dolayısıyla çocukların ebeveynleriyle birlikte ilk eğitmenleri dede ve nineleriydi. Dede ve nineler yeni nesille tecrübelerini, ders alınacak hayat hikâyelerini paylaşırlar, milli ve manevi değerlerimizi onlara adeta nakış nakış işlerlerdi. Yeni nesil günümüzde bu imkândan maalesef yoksunlar. Bunun acı neticelerini de hep birlikte müşahede ediyoruz.

Uzunca bir süre çalışmak, okumak, çıraklık, kalfalık yapmak, mücadele etmek bir alanda uzman/usta olmak, üretmek, kazanmak ve bundan sonra tüketmek asıl olandır.

Millet olarak genelde çok çalışmayı, çok yorulmayı pek sevmiyoruz. Masa başı, kazancı çok olan evimizin yanı başında iş istiyoruz. Lüks yaşamak hoşumuza gidiyor. Hâlbuki hesap ortada, iktisadın kuralı net;hiç kimsenin ürettiğinden-kazandığından daha fazla harcama- tüketme hakkı yok.

Henüz 14-15 yaşındaki çocuğun  tv.de “cebinde çok parası olmadığını söylemesi ne kadar da abes.  Bazı ergenlerin “Bu ülkede iyi kazançlı iş imkânının olmadığını, Avrupa ülkelerine gideceğini, orada imkânların çok daha iyi olduğu vb. masallarını da” gülerek dinliyoruz. Bu çömez çocuklarımız bilmiyorlar ki Avrupa ülkelerinde, bir becerisi/uzmanlığı olan bir çalışan iyi kazanırken henüz bir becerisi ustalığı/mesleği olmayanların durumu hiç de iç açıcı değildir. Bir mesleği olmayan kişi ülkemizde en azından yardımlaşma ve dayanışma ruhuyla yakınlarının, derneklerin, vakıfların yardımıyla hayatını sürdürürken, Avrupa ülkelerinde açlığa mahkûm olur.

Çalışma hayatına yeni başlamış 25-30 yaşlarındaki bir kişinin ev ve arabası olmadığından dertlenmesi de oldukça komik. Merdivenin basamaklarının tek tek çıkılması gerektiğini öğrenememiş bu kişiler. Henüz üretmeden, çalışmadan kazanmadan tüketmenin derdine düşmüşler adeta.

Ekonomiden, yönetimden, eğitimden, sağlıktan vb. her şeyden müşteki gençlerimiz var bir de.  Sosyal medyada, tv.lerde konuşup duruyorlar.  Peki “bu kadar şikayetçi olduğun alanlarda bu ülke için, şikayetçi olduğun durumların iyileşmesi adına sen ne yaptın”  denildiğinde bu tiplerin mugalatadan başka verecekleri cevapları yok maalesef. Hukuk, iktisat, işletme okumuş genç sürekli yanlış yönetildiğimizi anlatıp duruyor. Sen bu işin eğitimini almışsın, kahvehanelerdeki “herşeyolog”ların geyik muhabbetinden farkın olmalı. Konuşmak, sürekli eleştirmek yerine çözüm üretmelisin. Gereklerini yerine getirip, Kaymakam olmalı, Genel Müdür olmalı, Vali olmalısın, doğru yönetime bir örnekliğin, bir katkın olmalı böylece.

Yeni neslin en büyük amacı, eğlence. zevk ve sefa. Gelecek hedefi, gelecek kaygısı gelecek planlamaları maalesef yok. Yeni nesil çocukları, yorulmadan, çalışmadan yaşamanın, dinlenme ve eğlenmenin makul ve sürdürülebilir olmadığının farkında değiller. İsraf yani, gerektiğinden fazla tüketmek haramdır. Ülkemiz zengin bir ülke değil. İmkânlarımız sınırlı. Ülkemizin daha çok gelişmesi, zenginleşmesi için,  hepimiz çok çalışmalı, asla israf etmemeliyiz. Almanya, Güney Kore, Japonya  vb. ülkelerin gelişim süreçlerinin belgeselleri tüm çocuklarımıza tekrar tekrar izletilmeli. Kimse bulunduğu yere bir anda, tesadüfen gelmiyor. Gelişmiş ülkelerin en temel özelliğinin, milliyetçi bir ruhla çok ama çok çalışmak olduğunu asla unutmamalı, bu gerçeği yeni nesle çok iyi öğretmeliyiz.

.

13 Nisan 2022 Çarşamba

Eşitlik mi Adalet mi?

 


Eşitlik ve adalet kavramlarının manaları genellikle karıştırılmakta, anlamlarına uygun kullanılmamakta,  eşitlikten bahsedilmesi gereken yerde adaletten, adaletten söz edilmesi gereken yerde de eşitlikten bahsedildiğine sıklıkla şahit olmaktayız. Özellikle konu eğitim olunca, maddi imkâna bağlı özel okullar, özel kurslar vb. gündeme alınarak“eğitimde fırsat eşitliğinin, adaletin bulunmadığı” nutukları atılır durur.

İnsan rengiyle,  ırkıyla, diliyle,  diniyle, cinsiyetiyle, coğrafyasıyla,  ailesiyle, sosyokültürel ve sosyoekonomik aidiyetleriyle dünyaya gelir. Kaderi olan bu aidiyetler kimine avantaj sağlarken kimine de dezavantaj sağlayabilir. Bu  niteliklerin eşitlenmesi hem mümkün değil hem de doğru değildir. Öncelikle “Eşitlik ve Adalet” kavramlarının manalarına bir bakalım.

TDK sözlüğüne göre Eşitlik;

“- İki veya daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsavilik, müsavat, muadelet.
-Kanunlar yönünden insanlar arasında ayrım bulunmaması durumu.
- Bedensel, ruhsal başkalıkları ne olursa olsun, insanlar arasında toplumsal ve siyasi haklar yönünden ayrım bulunmaması durumu.”

 

Adalet ise;

 “-Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması,

-Hak ve hukuka uygun, hakkı gözetme,

-Herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme, doğruluk.”  manalarına gelmektedir.

 

Tanımlardan da anlaşılacağı üzere “Eşitlik”, sağlanan toplumsal ve siyasi hak ve imkânlar bakımından insanların her ne sebeple olursa olsun bir ayrıma tabi tutulmamasını ifade eder.

 Eşitlik ilkesi, 1982 Anayasasının 10.maddesinde: “Herkes, dil, ırk, renk cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz” denilmektedir. Yine anayasamızın 42.maddesinde “…Devlet, maddi imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır…”şeklinde ifade edilmiştir.

Eşitlik, daha çok  toplumsal hayatta insanlara verilen haklarda söz konusu edilebilir. Bu haklar ülke yönetimi söz konusu olduğunda  devlet tarafından  belirlenir. Bu anlamıyla eşitlik, herkese eşit fırsatlar tanınması, özel ayrıcalıkların olmamasıdır. Örneğin;

-Oy kullanırken herkes eşittir.

- Eğitim sistemimizde herkes eşittir.

-Yargı önünde herkes eşit haklara sahiptir.

Eşit şekilde tanınan fırsatlardan bazı insanların kendi tercihi ile faydalanmıyor olması eşitliği bozmaz. Örneğin; devletin öğrencilere verdiği kredilerden, istemeyen öğrenci yararlanmayabilir. Herkesin ücretsiz olarak yararlanabildiği eğitim kurumlarına devam etmeyen, devam ettiği halde yeterli gayreti göstermediğinden yeterince faydalanamayan bir birey eşitsizlikten bahsedemez.

 

Adalet ise, hak ve hukuka uygunluk, hakkın gözetilmesi, herkese, hak ettiği kadar, kendi hakkı olanın verilmesinin temini manalarına gelir.

Her eşitlikte adalet olmayabilir. Aynı iş yerinde aynı işi yapan, fakat verimlilikleri, gayretleri, mahsulleri farklı olan iki işçiye de aynı maaşı vermek eşitliktir, ama asla adaletli değil, doğru değil, hatta fazla çalışan,fazla üreten açısından zulümdür. Çünkü fazla üretene daha çok vermek adaletli olmaktır. Sınava katılan her öğrenciye başarı durumlarına bakılmaksızın aynı puanı vermek eşitliktir, ama adaletli değildir.

Güneşin altında bedenen çalışan bir personel ile , kapalı ortamda çalışana eşit ölçüde içecek vermek eşit olsa da adaletli değildir. Öyleyse asıl olan eşitlik değil adalettir.

 

 

Farklı canlı türleri arasında, insanların yaratılış özelliklerinde, maddi imkânlarında eşitlik aranmaz. Bütün insanlar her yönden eşit olsaydı, herkes adeta birbirinin kopyası olurdu. Böyle bir durumda mesleki çeşitlilikten söz edemezdik. Bazı meslekleri yapacak insan bulunmazdı.

Konuyla ilgili olarak, şu tarihi hikaye çok manidardır:

Süleymaniye Camiinin yapımında birçok taş yontma ustası çalışmakta ve Mimar Sinan bu ustalara eşit ücret yerine farklı ücretler takdir etmektedir. Kendilerine bazılarından daha az ücret ödendiğini fark eden ustalar, soluğu sarayda, Padişah Kanuni Sultan Süleyman'ın kapısında alırlar ve Mimar Sinan’ı “kendilerine eşit davranmıyor” diye şikâyet ederler. Sultan Süleyman, Mimar Sinan’ı çağırıp “Hayrola mimar, hakkında şikâyet var. İşçilere eşit davranmayıp, adam kayırıyormuşsun, bir kısmına az, bir kısmına çok ücret veriyormuşsun” deyince, Mimar Sinan, "haksızlık değil, bizzat hakkı tahakkuk ettirdiğini" yani adaletli davrandığını söyler. Sultanı da, işçilerin yanına yakın bir çadıra davet eder ve onların nasıl çalıştıklarını görmelerini ister. Padişah gelince de, işçilerin her birinin vurduğu çekiç darbelerini sayar ve işçilere, vurdukları çekiç oranına göre ücret verir. Bu uygulama Padişahın çok hoşuna gider ve Mimar Sinan padişahın takdirine mazhar olur.

 

Eşitliğe odaklanıp adaleti ihmal etmek yanlıştır. Her eşitlik adaletli olmak değil, ayrıca doğru da değildir. Her adaletli davranış, eşitlik olmasa da doğru olan uygulamadır. Eşitliğe değil adalete odaklanmalı, her eylemimizde adaleti temin etmeye özen göstermeliyiz.

 

 

 

 

 

 

 

2 Nisan 2022 Cumartesi

Cami mi, Okul mu?

 


En başta söyleyelim ki bu iki kavram birbirinin alternatifi değil mütemmimidir. Bu nedenle bu kadar saçma, bu kadar absürt bir kıyaslama yapılmaz, yapılmamalıdır. Her ikisi de olmazsa olmazlarımızdır.

Arapça cem kökünden türeyen, “toplayan, bir araya getiren” anlamındaki câmi‘ kelimesi, günümüzde, namaz ibadeti için bir araya toplanılan mekânı ifade eder. İlk dönemlerde ise başta eğitim olmak üzere, resmi toplantılar, askeri ve adli çalışmalar, dini ve dünyevi fikir teatilerinin ifa edildiği çok amaçlı/çok fonksiyonlu mekânlardı camiler.(https://islamansiklopedisi.org.tr/cami)

Osmanlı döneminde örnekleri görülen Külliyelerde de, cami, medrese, öğrenci yurdu, türbe, mektep, tabhâne, imaret (yemekhane, mutfak, kiler, fırın), dârüşşifâ, han, çarşı, dükkânlar, hamam, sebil, çeşme, muvakkithâne, gibi birçok ihtiyacın karşılandığı görülmektedir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/kulliye) Cumhuriyet dönemine kadar cami ile Mektep bazen aynı, bazen yan yana farklı binalarda da olsa hep iç içe olmuşlardır. Cumhuriyet döneminde ise yeni gelişen ihtiyaçlar da göz önünde bulundurularak külliyedeki her bir faaliyet alanı farklı mekânlarda kurumsallaşması sağlanmış, okullar da bundan nasibini alarak, ilk, orta, lise ve üniversiteler şeklinde kurumsallaşmıştır.

Bilindiği üzere Kuran’ın ilk emri “oku” dur. Okumanın (Eğitim) organize bir şekilde yapıldığı kurumlar da okullardır. Dolayısıyla cami ile okul  ”etle tırnak gibi”  birbirinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan kavramlardır. Cami de, okul da aynı derecede öneme haiz, birbirlerinin yerine ikamesi mümkün olmayan iki kurumumuzdur. İlk emri oku olan İslam’ın, zaman zaman, okumanın, eğitimin yapıldığı mekânlara  (okullara) karşı gibi gösterilmeye çalışılması en azından câhilliktir.

Zaman zaman medyamızda, ülkemizdeki cami sayısının(biraz da abartılı olarak)  çokluğundan bahsedilerek, ideolojik bakış açısıyla “cami yerine okul yapalım” türünden algı operasyonları yapılmaktadır. Nerede,  neye ihtiyaç varsa o yapılır/yapılıyor. Bir ihtiyacı illaki camiyle kıyaslayarak dile getirmenin iyi niyetle bağdaşır yanı yoktur. Bunu yapanlar ya gerçekten çok cahil ya da ideolojik saplantıları olan art niyetli kişilerdir. Bir bölgede ihtiyaç duyulan (okul, Belediye, Postane, hastane, Adliye vb.) kamu kurumları devlet bütçesiyle/ödeneği ile yapılır. Camiler ise o bölgedeki insanların kurdukları dernekler vasıtası ile hayırsever halktan toplanan yardımlarla inşa edilirler.  Görevli personeli n (İmam-Hatip)  maaşı dışında camilerin devlete bir masrafı bulunmamaktadır. Bakım, onarım, tadilat, ısınma/iklimlendirme giderleri devlet bütçesinden bir kuruş alınmaksızın hep dernekler tarafından karşılanmaktadır.

Bir bölgedeki cami sayısının fazla olup olmadığına kim neye göre karar verir. Kabul edelim ki bir bölgede ihtiyaçtan fazla cami var.  Bu büyük oranda o caminin yapılması için faaliyette bulunan, emek sarf eden, inşaatına maddi manevi katkı sunan, arsasının bağışlayan vb. kişilerin sorunudur. ?  Hayatında caminin içine girmemiş, yapılışında bir tuğlası bulunmayan, dini, tarihi kültürel fonksiyonlarından bihaber kişilerin cami hakkında konuşmaya ne hakkı olabilir ki? Bu kişiler gerçekten iyi niyetli iseler o bölgede okul, hastane, sağlık ocağı vb. hangi mekâna ihtiyaç varsa, camileri diline dolayacaklarına, camileri, cami cemaatini de yanlarına alarak, aynen cami dernekleri gibi bir dernek kurup bölgelerinde ihtiyaç duyulan mekânların yapılmasına öncülük edebilirler/etmelidirler. Dinimizde bu tür mekânlar sadaka-i cariye (sürekli olan, akıp giden sadaka) olarak adlandırılır, yapılması tavsiye edilir, katkı sunanların vefatlarından sonra dahi bu mekânlar kullanıldığı müddetçe sevap kazanmaya devam edecekleri müjdelenmiştir. (https://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Sorularla-Islamiyet/Detay/Sadaka-i-cariye/4995) Bu nedenle cami karşıtlığı imajı verilmez, iyi niyetli olunur, sıkıntı doğru anlatılır ise, cami inşaatları için yardımda bulunan hayırseverler, cami dışındaki diğer ihtiyaçlar için de yardımda bulunurlar. Böylece boş laf değil, faydalı bir iş üretilmiş olur.

 

18 Mart 2022 Cuma

“HERŞEYOLOG”

 


Günümüzde bilim olabildiğine gelişmiş, her bilim dalının onlarca, bazılarının yüzlerce alt disiplinleri doğmuştur. Bir konuda uzman olabilmek için asgari 20-25 yıllık bir eğitim/bir birikim gerektiği malumdur. Bu kadar zaman ve emek sarf eden konunun uzmanları fırsat buldukça uzmanlık alanlarına ilişkin birikimlerini medyada,-panel ve konferanslarda paylaşmaları faydalı bir eylem olduğu kuşkusuzdur.

Ancak  son zamanlarda tv.lerde, tartışma programlarında boy gösteren her konuda konuşan,  güya her konunun uzmanları! “Herşeyologlar“  türedi. Hemen her kanalda sürekli aynı ( gazeteci, akademisyen, hukukçu vs.) kişiler. Bunların  en büyük özellikleri  “her şeyin ama her şeyin uzmanı” olmaları!. Ekonomiden, dış politikaya, siyasetten, güvenliğe, savunmaya, eğitime, sağlığa, teknik konulara varıncaya kadar bu kişilerin bilmedikleri! bir şey yok. Her konuda söyleyecek sözleri var.  Hukuk’un tanımını bilmezler ama hukuk hakkında konuşmaya mezun sanırlar kendilerini, Sübhaneke duasını bilmeyecek kadar din cahilidirler ama Diyanete, ilahiyatçılara akıl verirler. Talim ile terbiyenin farkını ayırt edemezler, “Finlandiya Eğitim Sistemini”  örnek verir dururlar. Bir gün Tıp eğitimleri olmasa da “aşı” da bunların uzmanlık alanına girer. Hayatları boyunca bir gün bile bir bakkal dükkânı işletmemişler, bir gün muhtarlık bile yapmamışlardır ama “Devlet nasıl yönetilmelidir?” sorusuna verecekleri uzun cevapları vardır. Asgari ücretin telaffuzunu, lügat ve ıstılah manalarını bilmezler, hayatlarında bir gün bile bir işçi çalıştırmamışlardır ama asgari ücretin ne kadar olması gerektiği konusunda en çok bunların sesi çıkar.”  Peki, kur bir işletme çalışanına 10 kat maaş ver millet patron görsün” denildiğinde sadece mugalata yaparlar. Bütün dünyanın uyguladığı, devletin cebinden bir kuruş çıkmadan  “yap işlet devret” modeliyle yaptırılan dev eserlerle (Yol, köprü, Hastane, Hava limanı vb. ilgili bir makale okumamıştır ama bu alanın uzmanlarının uygulamalarını kulaktan dolma yalan-yanlış bilgilerle eleştirmeyi kendilerinde hak görürler.

Genelde eğitim seviyesi düşük kişiler herşeyolog olsalar da her zaman böyle olmuyor. Profesör unvanlı herşeyoglarımız bile var malesef.(https://www.yeniakit.com.tr/haber/rezan-epozdemir-ersan-sene-herseyolog-dedi-studyo-karisti-1627047.html)

Bilmeyenlere anlatırsın, öğretirsin, öğrenirler teşekkür ederler.

Herşeyoglara bir şey öğretmek mümkün değildir, onlar zaten “her şeyi biliyorlardır”. Dinlemelerine, öğrenmelerine, emek vermelerine hiç gerek yoktur!

Herşeyoglar sadece eleştirirler, kendileri zaten bilmedikleri için doğrusunu gösteremezler.

Herşeyoglara, “madem bu kadar çok biliyorsun senin başarı hikâyen nedir?  denildiğinde, verecek cevabı olmadığından mugalataya devam ederler.

Herşeyoglar karşısındakileri pek dinlemezler, dinleseler bile “antenleri” kapalıdır asla yeni şeyler öğrenmezler.

Herşeyoglarla tartışmak zaman israfıdır, haramdır, onlar hiç mağlup olmazlar! “Sakın onlarla tartışmayın ben hiç yenemedim” diyen Gazzali’nin sözüyle Bertrand Russell’un “Ne kadar az bilirseniz, onu o kadar şiddetle savunursunuz.”  sözü ne kadar da benzeşiyor.

Herşeyogların genelde bir başarı hikayeleri yoktur. Laf yetiştirmekten kendilerini yetiştirmeye fırsat bulamazlar. Hayatlarını boş laflarla geçirirler.

Sürekli yönetimi, yöneticileri eleştiren herşeyoglara, “Seçil Muhtar ol, vekil ol, önkoşullarını yerine getir Kaymakam ol  … bir kurumda müdür ol da iyi yönetimin ugulamasını bizzat gösteriver denildiğinde mugalataları zirve yapar.

Her şeyin uzmanı olmak realitede mümkün değil, bilimsel, değil, makul değildir Hal ve tavırlarla olmayan şeyin iddiasında bulunmak kişinin cehaletini ortaya koyar, komik duruma düşürür.

“Adam olma” niyeti olan gencin bunlardan ders çıkartarak, kendisini çok iyi yetiştirmesi, her alanda değil bir alanda uzmanlaşması, ülkemizi, tarihimizi ve dünyayı iyi tanıması, beğenmediği konularda alternatif sunabilmesi, sloganik boş laflar yerine uzmanı olduğu konularda konuşarak etrafını aydınlatması zor ama doğru olandır. Ne mutlu bu zor olanı başarabilenlere.

8 Mart 2022 Salı

MEB EĞİTİM MÜFETTİŞLERİ YÖNETMELİĞİ

 


          Milli Eğitim Bakanlığı. Eğitim Müfettişleri Yönetmeliği, 01.03.2022 tarih ve 31765 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi.  https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2022/03/20220301-9.htm

Yönetmelik, eğitim müfettişleri başkanlıklarının kuruluş ve görevleri ile eğitim müfettişleri başkanı ve eğitim müfettişleri başkan yardımcılarının görevlendirilmelerini, görev, yetki ve sorumluluklarını, çalışma usul ve esasların, eğitim müfettişleri ve eğitim müfettiş yardımcılarının niteliklerini, yarışma ve yeterlik sınavlarını, yetiştirilmelerini, atanmalarını, yer değiştirmelerini, görev, yetki ve sorumluluklarını düzenliyor. Düzenlemeye göre, eğitim müfettişleri, il millî eğitim müdürlüklerinde oluşturulan eğitim müfettişleri başkanlıklarında görev yapacak. Eğitim müfettişleri başkanlıklarının koordinasyonu ile rehberlik ve denetim çalışmalarındaki bütünlük Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından sağlanacak.

Sınavının yapıldığı yılın ocak ayının birinci günü itibarıyla otuz beş yaşını doldurmamış adaylar arasından iki usulle Müfettiş alımı yapılacak;

1 Halen görev yapmakta olan öğretmenlerden adaylık ve sözleşmeli öğretmenlik süresi dâhil olmak üzere, sınav başvurusunun son günü itibarıyla öğretmenlikte 8 yıl ve daha fazla hizmeti bulunmak şartı ile halen Bakanlığın öğretmen kadrolarında görev yapmakta olmak ve en az üç yıl Bakanlığa bağlı resmî eğitim kurumlarında görev yapmış olanların katılabileceği yarışma sınavı ile.

2. En az dört yıllık lisans eğitimi veren hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat ve işletme fakülteleri veya bunlara denkliği YÖK tarafından kabul edilen yurt içi ve yurt dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olanlar arasından, son başvuru tarihi itibarıyla geçerlilik süresi dolmamış, yarışma sınavı duyurusunda ilan edilen KPSS puan türlerinden belirlenen taban puanı veya üzerinde puan almış olanlardan alım yapılacaktır.

Söz konusu yönetmeliğin,   Eğitim müfettişi ve eğitim müfettiş yardımcılarının görev ve yetkilerini belirleyen 53.maddesinin (a )bendinde, müfettişlerin görevlerinin ilk maddesi olarak, “İldeki her derece ve türden resmî ve özel örgün ve yaygın eğitim kurumları ile özel öğrenci barınma hizmetleri kurumlarının rehberlik, iş başında yetiştirme, denetim, izleme ve değerlendirme, araştırma, inceleme, soruşturma ve ön inceleme çalışmalarını yapmak”  olarak belirlenmiştir.

Bu maddeden de anlaşılacağı gibi Milli Eğitimde Müfettişlerin temel olarak Rehberlik ve Teftiş görevleri bulunmaktadır. Rehberlik edecek kişinin (Müfettişin)  ilk şartı o meslek alanında eğitim ve iş tecrübesi ne sahip olması gerekir.  Öğretmen menşeli olmayan, hiç sınıfa girmemiş müfettişlerin öğretmenlere rehberlik yapmaları sıkıntılı gibi durmaktadır.

Müfettişin temel görevi rehberlik ve teftiş olduğuna göre, tecrübe (mesleki kıdem) ne kadar artarsa, ne kadar farklı deneyimlere sahipse, o kadar iyi rehberlik hizmeti sunulabileceği söylenebilir. Bunun için de 8 yıllık kıdem ve 35 üst yaş şartının yükseltilmesi, öğretmenliğin yanında, okulun idari işleyişine hâkim olmaları açısından yöneticilik (müdür, müdür yardımcılığı)  tecrübelerinin bulunmasının faydalı olacağı şüphesizdir.

Sonuç ve Öneriler
1.Bir milyonu aşkın öğretmenimizin rehberlik ve denetim hizmetlerini yürütecek Eğitim Müfettişlerimizin atamalarında;

a)Öğretmenliğin yanında idari kadrolarda da belirli süreler deneyimli olmaları faydalı olacaktır. Bu bağlamda, müfettişlik sınavına katılacaklarda, yönetmelikte olduğu gibi 8 değil en az 10 yıl öğretmenlik, 5 yıl da müdür, müdür yardımcısı olarak idari görevlerde çalışmış olma şartı getirilmelidir.

b)Belli eğitim ve sınav şartına bağlı olarak alınan “Uzman” ve “Başöğretmenlik” sertifikasına sahip olan öğretmenlerin müfettişlik sınavlarında avantajlı olmaları sağlanmalıdır.

2.Bu yönetmelikle, öğretmenlik eğitimi ve deneyimi olmayan, alanı, eğitimin işleyişini bilmeyen, sahadan gelmeyen, tebeşir kokusunu içine çekmemiş diğer lisans mezunlarının eğitim müfettişliğine atanmalarına imkân sağlanmıştır ki bu asla doğru değildir. Öğretmenlik müktesebi, tecrübesi bulunmayan, diğer lisans    (hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat ve işletme fakülteleri ) mezunlarından atanan müfettişlere, rehberlik görevi değil, sadece inceleme ve teftiş görevi verilmelidir.

3.Rehberliğin önemli bir unsuru da tecrübedir. Rehberlik yapacak Müfettişin kıdemi  (tecrübesi)  arttıkça, sunacağı rehberlik hizmetinin niteliği de yükselecektir.  Bu nedenle “azami 35 yaş”  sınırlaması makul değildir.

 

5 Mart 2022 Cumartesi

Bakmak mı, Görmek mi?

 


 

                Bakmak ve görmek, genelde eş anlamlı olarak kabul edilen, konuşma ve yazı dilinde, manaları en çok karıştırılan, en çok birbirlerinin yerine kullanılan kavramların başında gelir.

 

 “Baktım ama görmedim” ciler, “bakma” yı olağanlaştırırken “görme” ye irade katarlar, her bakanın görmediğinden, bakmanın değil, görmenin önemli olduğundan bahsederler. Halk arasında da bu görüş oldukça yaygındır.

 

Türk edebiyatında modern anlamda deneme türünde ilk eser veren yazar ve eleştirmen deneme ustası Nurullah ATAÇ (1898-1957)’ın “Bakmak ve Görmek” isimli denemesini okumayanımız yok gibidir.

Ders kitaplarına kadar giren, ATAÇ’ın  bu  demesinde olduğu gibi bazı yazar/düşünürler ise bu  kavramları entelektüel boyutta irdeleyerek,   görmenin  istem dışı, biyolojik bir eylem, bakmanın ise, belli bir amaç-neden ve nasıl ile bütünleşen ve bilinçli yapılan bir eylem olduğunu savunmuşlardır ki doğrusu da budur.

 

Türk Dil kurumunun sözlüğünde de bu görüşü destekleyen anlam verildiği görülmektedir;

 Tdk. Sözlüğünde, “Görmek”, “göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek”, “Bakmak”  ise, “bakışı bir şey üzerine çevirmek” olarak tanımlanmıştır.

 

Görmek, irade dışı, görebilme yetimiz var olduğu sürece görme duyumuza gelen sinyallerin beynimizde anlam bulmasıdır.

 

Gördüğümüz şeylere “bakmak”  ise görülen malzemelerin zihinde anlamlandırılmasıdır.  “Bakmak” emek ister, birikim ister, merak ister, seviye gerektirir,   “neden” ve “nasıl” sorularıyla bütünleşir.

Çanakkale savaşını hiç okumamış, içselleştirmemiş, öğrenmemiş bir birey, Çanakkale Savaşı müzesini gezdiğinde, müzedeki materyalleri sadece görür, fakat asla bakamaz.

Dini değerlere mesafeli, bilgi birikimi sınırlı  kişilerin zihninde, Mescid-i Haram,Mescid-i Nebi,Mescid-i Aksa, Ayasofya vb. mekanlar tarihi eser  niteliğinden farklı bir mana taşımaz.

 

Uzay bilimiyle ilgilenmeyen sıradan kişiler olarak hepimiz geceleyin gökyüzündeki yıldızları sadece seyrederiz, görürüz. Uzay bilimi uzmanları ise yıldızlara bakarlar, bu gözlemleriyle bilgiler üretirler, insanlığa sunarlar.

Sıra dışı bir canlının, sıradan insanlarca görülmesi ile bir Biyolog tarafından aynı canlıya bakılması aynı şey midir?

Tıp eğitimi almamış kişilerin insan böbreğine bir Hekim gözüyle bakabilmesi mümkün mü?

San’atın tanımını bilmeyen bir kişi, en önemli sanat eserlerini görmesinin ne önemi olabilir?

 

Görme engelli değilsek, hepimiz sabahleyin evimizden işimize giderken yolumuzun üzerindeki her şeyi görürüz. Fakat "-evden işe varıncaya kadar kaç sokaktan geçtiğimizi, bindiğimiz otobüsümüzün   (Şoförün kıyafeti, gözlüğü, aracın koltuk sayısı, plakası, rengi, yolcuların yaş, cinsiyet vb.) ayrıntılarını bakmadığımız için pek hatırlamayız.

Hemen her gün geçtiğimiz sokakta gördüğümüz onlarca evin ayrıntılarını pek hatırlamayız da,  ev almaya karar verdiğimizde “satılık” levha asılı evlere dikkatlice “bakar”, evin bütün teferruatını öğrenmeye çalışırız.

 

Özetlersek, bakmak; görme eyleminin, bilinçli, anlamlı, kasıtlı olarak yapılması halidir. Bu yönüyle bakmak zordur, emek ister, bilgi, birikim ister, tecessüs gerektirir.

Görmek değil bakmaktır asıl olan. Etrafımızda olup biten birçok şeyi sadece gördüğümüz ve yeterince bakmadığımız için anlamlandıramayız.

Etrafımızı, tabiatı sadece görmemeli, anlamlandırabilmek için mutlaka bakmalıyız.

Baktıkça merakımız ve bilgilerimizin artacağını ve böylece gördüklerimizin anlamlı hale geleceğini unutmamalıyız.

23 Şubat 2022 Çarşamba

İyilik Yapmak mı? İyilik Yapıyor Gibi Görünmek mi?

 


İslam, iyilik yapmayı emreder.

İyi insan; iyilik yapan, insanlığa/insanlara faydalı olan insandır.

İyilik yapmak, her Müslüman’ın dini görevidir. İyilik yapmanın farklı yolları vardır. Kişi, eli, dili ve malı ile iyilikte bulunabilir. İyi insan, sadece kendisi iyi olan değil, aynı zamanda başkalarının iyiliğini de isteyen, onlara iyiliği tavsiye eden, kendilerine iyilik için yol gösteren, kötülüklerden sakındıran, imkânları ölçüsünde ihtiyaçlı insanların ihtiyaçlarını gideren kişidir. Kur’an-ı Kerimde;  "İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" debilmektedir. (Âl-i  İmrân, 3/ 104). (emr bi'l-ma'rûf nehy ani'l-münker).


Hz. Peygamber de bir hadisinde “Kim  bir müslümanın sıkıntısını giderip onu sevindirirse, Allah kıyamette en sıkıntılı anlarda onu sıkıntılardan kurtarır.” (Buhari) buyurmuştur.


Daha pek çok ayet ve hadiste insanlara iyilik yapmak emredilmiş ve bunun yolları gösterilmiştir.
 Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip giydirilmesi, barındırılması nasıl maddî iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir.

Sevinç ve üzüntülerin paylaşılması iyiliktir.

Hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyâret etmek, hal ve hatırlarını sormak iyiliktir.

Çevremizdeki insanların yardımına koşmak, bir yolcuya, bir misafire yardım etmek,ikram etmek  iyiliktir.

 Sokakta, parkta, otobüste vs. insanlara zarar verme ihtimali olan bir nesneyi ortadan kaldırmak iyiliktir.

Hayvanları beslemek, koruyup kollamak, zarar görmelerini engellemek iyiliktir.

Zarar görme ihtimali olan yoldaki bir salyangozu alıp, yol dışına daha güvenli bir yer bırakmak iyiliktir.

Kısaca akıl ve vicdanın hoş gördüğü bir şeyi yapmak iyiliktir.  Kötülükten sakınmak ve başkalarına kötülük yapmamak da iyiliktir. Bütün bu iyilikler de birer  "sadaka"dır.

İyiliklerin bir yarış havası içinde yapılması her akıllı bireyin görevidir. Herkesin yapabileceği bir iyilik mutlaka vardır.

İyilik yapmak ve bu konuda yardımlaşmak kadar, kötülükten sakındırmak, çevremizdeki bir kötülüğü imkân ve yetkilerimiz dâhilinde engellemeye çalışmak da görevimizdir

Eğer böyle davranılırsa kötüler ve kötülükler azalır. İyilik yaygınlaşır. Toplum huzur bulur. Aksine davranış kötülüklerin salgın gibi her tarafa yayılmasına, toplumun içten çökmesine sebep olur. Bunun içindir ki dinimiz, iyiliği emir ve kötülükten alıkoymayı (emr bi'l-ma'rûf nehy ani'l-münker) müslümanların yapmaları gereken en önemli görevleri arasına almıştır.

 

Son yıllarda sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla kutsal bir eylem olan “iyilik etmeyi” de şova çevirdik, sulandırmaya başladık. Yapılan her  “iyilik” (ki bunun iyilik olup olmadığı tartışmalıdır) kameralara alınmakta günlerce sosyal medyada paylaşılmaktadır. Hâlbuki genel olarak (karşı tarafın incinmemesi adına)iyiliklerin gizli tutulması esastır. Kameralar önünde yapılan maddi yardımlar, iyilik yapmanın usulüne uygun olduğu asla söylenemez. Kültürümüzdeki Sadaka Taşları, ihtiyaç sahibini incitmeden yardım etmenin  en güzel örneğidir. https://www.sadakatasi.org.tr/page/sadaka-taslari/216  Tarihimizde,Kervansaraylar, hanlar, imarethaneler, aş evleri,şifahaneler,hayvan bakım evleri, ve daha pek çok vakıf kurumları iyilik yapmanın eşsiz örnekleriyle doludur.

Bütün canlılara karşı şefkatli olmak, özellikle biz insanlardan maalesef çok eziyet gören hayvanlarımıza karşı duyarlı olmak iyiliktir. Hayvanları sevmek, kendi zevkimiz için evde kedi, köpek beslemek değildir sadece.  Bazıları evinde özel mamalarla kedi köpek beslerken, evinde-bahçesindeki diğer bazı canlıları zehirleyerek öldürebiliyorlar maalesef. Evinde kedi-köpek beslerken bahçesindeki canlıları zehirleyene hayvan sever denilebilir mi? Zehirleyip öldürülenler de hayvan değil mi? Nerde hayvan sevgisi?

Çölde susuz kalan köpeği,  ayakkabısı ile kuyudan su çıkartarak sulayan kişinin iyilik hikayesi ne güzeldir.

Gölde boğulmak üzere olan akrebi eliyle kurtarmaya çalışırken akrebin tabiatı gereği  adamı sokmasına rağmen akrebi gölden çıkarmayı başaran kişi ne iyi kişidir.

Doğal ortamından ayırdığımız, doğal yollardan beslenmesini engellediğimiz kedi, köpek türü hayvanların ihtiyaçlarını karşılamamamın da büyük kötülük olduğu şüphesizdir.

 

Kanuni Sultan Süleyman, boş zamanlarında Topkapı Sarayının bahçesinde ağaç yetiştirmekle meşgul olurdu. Bir gün yetiştirdiği meyve ağaçlarını karıncaların sardığını gördü. Ağaçlara zarar veren karıncaların itlaf edilmesi hususunu bir tezkîre ile şairane bir dil ile Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’ye sordu;

“Dırahta ger ziyan etse karınca

Günâhı var mıdır ânı kırınca?”

(Eğer karınca ağaca zarar veriyor, onu kurutuyorsa, karıncayı yok etmenin bir günahı var mıdır?)

Ebussuud Efendi, zamanın şeyhülislâmıdır. Hiç tereddüt etmeden ince bir nükteyle  sanatkâr bir padişaha, sanatkarca bir cevap verir;

“Yarın Hakk’ın dîvânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca.”

 

Sonuç olarak iyilik yapıyor gibi görünmemeli, iyiliği yapmalı göstermemeliyiz. Ayırt etmeksizin tüm mahlûkatı sevmeli, hepsine karşı şefkatli, merhametli olmalıyız.

Emri bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker görevinin yerine getirilmesi, her Müslüman için, toplum içindeki konumu, yetkisi,  maddî ve manevî gücü nispetinde bir sorumluluktur; Kur’ân-ı Keriminin ifadesiyle “yeryüzüne sâlih kulların hâkim olması”(Enbiya 21/105) idealine hizmet etme sorumluluğudur bu.