21 Ağustos 2025 Perşembe

Mehdi Gelecek mi?


 

Mehdi; Sözlükte “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfat olup “hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi” demektir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/mehdi)

 

 

İslam tarihinde "ahir zamanda ortaya çıkacak ve dünyayı adaletle dolduracak bir kurtarıcı" anlamında “Mehdi inancı” yaygın şekilde kabul görmüştür. Ancak bu inanışın, Kur’an’ın temel ilkeleriyle, tevhid anlayışıyla  ne derece uyumlu olduğu tartışmalıdır.

 

Kur’an, İslam’ın ana kaynağıdır. Fakat Kur’an’ın hiçbir yerinde,  açıkça "Mehdi" den bahsedilmez.  Kur’an’da peygamberlik zincirinin, Hz. Muhammed (sav) ile sona erdiği belirtilmiştir:  "Muhammed, içinizden herhangi bir erkeğin babası değildir; fakat Allah’ın resûlü ve nebîlerin sonuncusudur." (Ahzâb 33/40)  Buna göre, son peygamberden sonra yeni bir kurtarıcı figür beklentisi, Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeye ters düşmektedir.

 

 

  "Bir topluluk kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez." (Ra’d 13/11)  Bu ayet, kurtuluşun dışarıdan gelecek bir destekle değil, “toplumun kendi çalışması ve gayretiyle” olacağını açıkça ortaya koyar. Eğer insanlar zulüm ve haksızlık içinde ise, onları kurtaracak olan bir "Mehdi" değil, kendi iradeleriyle yapacakları ıslah çabalarıdır.

 

 

  Öte yandan Mehdi beklentisi, Müslüman toplumlarda “pasif bir kaderciliğe” yol açmıştır. "Nasıl olsa Mehdi gelecek ve her şeyi düzeltecek" anlayışı, çalışmayı ve sorumluluk almayı geri plana iter. İslam ise sürekli çalışmayı, adaletle hükmetmeyi, bireysel ve toplumsal sorumluluk üstlenmeyi emreder. Bu açıdan bakıldığında Mehdi inancı, İslam’ın ruhuna aykırıdır.

 

 Tarihte  pek çok kişi "Mehdi" olduğunu iddia etmiş, bu durum fitnelere, savaşlara, hatta ümmetin parçalanmasına sebep olmuştur.

 

Mehdiye ilişkin hadislerinin sıhhati tartışmalıdır Mehdi inancının kaynağı olarak kabul edilen hadislerin çoğu “zayıf veya uydurma”  kabul edilmiştir.

 Sahih hadislerde daha çok "Hz. İsa’nın nüzûlü" zikredilir; Mehdi’nin ismi ise genellikle sonradan eklenmiş veya şii-sünni siyasal mücadelelerinin bir ürünü olarak öne çıkmıştır.

 

İslam, bütün zamanlara ve bütün insanlara hitap eden evrensel bir dindir.

 Eğer İslam’ın yaşatılması için ahir zamanda özel bir "kurtarıcı"ya ihtiyaç olsaydı, bu Kur’an’da açıkça belirtilirdi.

 Oysa Kur’an, insanlara sürekli “akıl, irade, sorumluluk ve adalet”  ilkelerini hatırlatır; kurtarıcı beklentisini değil,  aklı kullanma ve çalışma öğütlenir,

 

Sonuç olarak, Mehdi inancı, İslam  tarihinde önemli bir yer edinmiş olsa da: Kur’an’da dayanağı yoktur. Bireysel ve toplumsal sorumluluğa aykırıdır. Tarihi süreçte birçok istismara yol açmıştır. Binlerce sahte mehdi ortaya çıkmıştır.

 

Dolayısıyla İslam açısından beklenen kurtuluş, dışarıdan gelecek bir "Mehdi" değil, Kur’an’a ve Peygamber’in sünnetine bağlı kalarak her bireyin ve toplumun kendi gayretiyle gerçekleştireceği ıslah hareketidir. Hakiki Mehdi, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. O, her çağda insanları hidayete yönelten tek rehberdir.

 

 

 

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Tesettürlü Annelerin Dekolteli Kızları

 


Eskiden çocuklar, aile büyüklerinden ve dar çevrelerinde ne görürse onu yapar, inanç dünyası, kişiliği ve yaşam biçimi de genelde ailesine, çevresine benzerdi. “Anasına bak kızını al” sözü de muhtemelen bu minvalde söylenmişti.

Günümüzde öyle değil, ilginç bir dönemde yaşıyoruz. Eskiden çevre dediğimiz bireyin aile, iş, okul vb. yaşam alanıyla kısıtlı iken, günümüzde kişinin bütün gelişimini etkileyen  “çevre” alabildiğine genişlemiş neredeyse bütün dünya kişinin çevresi haline gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde çocukların yetişmesi ve gelişmesini aile bireyleri, iş, eğitim vb. yaşam alanında bulunan dar çevre dışında ve ondan çok daha fazla dünyanın en ücra köşesindeki oluşumların etkisinde kaldığını unutmamalıyız.

Günümüzde çocukların kişiliğinin ve yaşam biçimlerinin oluşumundaki etkenlerde,  sosyal medya ve çevre ilk sırada yer alıyor. Bu da paradokslarla dolu bir aile profili doğurdu.

Üniversite sınav merkezlerinde, kuran okuyarak, tesbihler çekerek, dualar ederek sınavdaki kızına destek olmaya çalışan tesettürlü annelerin, sakallı babaların sınav bitiminde, kısa şortlu, dar kot pantolonlu, göğüs dekolteli, kolsuz penyeli kızlarıyla kucaklaşması ne kadar paradoks!

Yine mezuniyet törenlerinde boy boy resimleri paylaşılan abartılı makyajlı, mini etekli, iç çamaşıra benzer şortlu kızlar ve pardösülü anneler, sakallı babalar…

Düğün, nişan, nikah, sünnet, doğum günü  vb. cemiyet fotoğrafları da bunlardan farklı değil.  Mini etekli, dekolteli  kızlar--gelinler tesettürlü, sakallı anne-babalar….

Erkek çocuklarda da durum farklı değil. Mütedeyyin ailelerin üniversitede okuyan erkek çocuklarından ebeveyninin inanç/yaşam biçimine benzeyenlerin azlığı ortada.

Üniversitelerde başörtüsünün yasak olduğu 80’li-90’lı yıllarda gençlerimizde mücadele ruhu vardı. Yasaklara direnen, gençlik şuuru vardı. 28 Şubat'ın despot baskı rejimine karşı hemen her gün, polislerden dayak yemeyi göze alarak ülkenin dört bir yanında ciddi eylemler yapılırdı. Bu samimi, mücadele o kadar etkili oldu ki bu öğrencilerin samimiyetinden etkilenen seküler yaşam biçimine sahip ailelerin kız çocuklarından tesettür giyim tarzını benimseyenler bile olmuştu. Bu öğrenciler sadece despot yönetim zihniyetine karşı değil, aynı zamanda ebeveynlerine karşı da mücadele vermek zorunda kalırlardı.

Günümüzde durum değişti. Devlet, mütedeyyinlerin beklentilerinden çok öte bir özgürlük ortamı sağladı. 90’larda öğrenim hakkı için üniversitelere sokulmayan başörtülü kızlarımız, bugün tesettürlü giyim tarzları ile aynı üniversitelerde Profesör, Dekan, Rektör olabiliyorlar. Hiçbir kısıtlama olmaksızın kamunun her biriminde, her kademesinde tesettür serbest. Tesettürlü kaymakamlarımız valilerimiz bile var.  Demokratik alanda kazanılan mücadele maalesef sahada karşılık bulmadı. Gençlerimizde,  90’lı yılların samimi mücadeleci, direnişçi ruhundan eser kalmadı. Rahata alıştık, dini hayatta sağlanan beklenenin üstündeki dini özgürlükler dindarlarda maalesef rehavete neden oldu. Özü kaybettik, gösteriş ve şov yarışına girdik. Başörtülü kızlarımız, barlarda içki içen arkadaşlarına eşlik etmede beis görmediler. Maalesef “Dindar gençlik, dindar nesil yetiştirme” düşüncesi söylemden öte geçmedi.

Nerede Hata Yapıldı?

 Devlet dini hayattaki kısıtlamaları kaldırmakla kalmadı, dindarların hayal bile edemedikleri, beklentilerin çok üstünde haklar da verdi. Dini eğitim veren okullar çoğaldı, hemen her mahalleye İmam Hatip okulu açıldı. İlk ve ortaöğretim okullarında Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatı gibi dini içerikli seçmeli derler konuldu.  Diyanet İşleri Başkanlığı hemen her mahalleye yetişkinler için Kuran Kursları açtı, yetmedi, 4-6 yaş okul öncesi minikler için de ayrı Kuran Kursları açtı.  Üniversitelerimiz İlahiyat Fakültesi açma yarışına girdiler, hemen her üniversitemizde İlahiyat Fakültesi var. Devlet eliyle dindarların önüne sunulan bu imkânlar maalesef mütedeyyin kesimi yanılttı. Ebeveynler çocuklarının dini eğitiminden elini çekerek bu işi tamamen devlete havale etme kolaycılığına gitti.  Sonuç ortada. Hakkını vermemiz gerekir ki siyasi irade elinden gelenin fazlasını yaptı. Ama bu dönemde STK.lar  pek yoktu sahada. En önemlisi de ebeveynler, ihaleyi devlete havale etmenin rahatlığı ile yeterince ilgilenmediler çocukları ile.

Eğitim ve kültür seviyesi düşük bazı ebeveynler “ben yaşayamadım çocuğum yaşasın” moduyla çocuklarının yaptıkları her eylemi mubahlaştırdılar, ahlaki olmayan yaşam biçiminde bile adeta çocuklarını desteklediler. Durum o kadar yaygınlaştı ve normalleşti(!)  ki bir din görevlisinin, bir İmam-Hatibin bir Müftünün bir İlahiyat hocasının dekolteli kızları/gelinleri olabildi.  En kötüsü de  -bir nevi dini temsiliyet görevi de bulunan-bu kişiler bile kızlarının/gelinlerinin mini etekli, dekolteli mezuniyet, nişan, düğün vb. cemiyet resimlerini sosyal medya hesaplarında paylaşmakta beis görmediler.

“Küllüküm râin, ve küllüküm mes’ûlün an raiyyetihî”  “Her biriniz çobansınız, güdücüsünüz. Ve her biriniz, güttüğünüz sürünüzden, gözetip kollamakla vazifeli olduğunuz gruptan sorumlusunuz.”  

Hadis çok net;   bütün Müslümanlar fert fert sorumlu güttüklerinden.  Bunu ıskaladık maalesef.

Sonuç;

Değişim kaçınılmaz. 30-40 sene öncesinin modası, giyim tarzı ile günümüz gençliğinin tarzı elbette aynı olmayacak. İllaki erkekler sakallı cübbeli, şalvarlı vs., kadınlar çarşaflı, pardesölü olsun diyen yok. Ancak tesettürlü bir annenin kızının da köçekleri aratmayacak tarzda dekolteli oluşunun hiçbir izahı olamaz.

Ne yazık ki artık tesettürlü annelerimizin dekolteli kıyafetleriyle eğlence mekanlarında kızlı -erkekli muhabbet(!) ortamlarına dahil olan kızları var. Sakallı, beş vakit namazında babalarımızın oğullarının içkili eğlence mekânlarında görülmesi istisna değil artık

 Bir anne sadece kendi tesettüründen, kendi yaşayışından sorumlu değil. Bir baba sadece aile efradının maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve bireysel ibadetlerini yapmakla sorumluluktan kurtulamaz.

“Din güzel ahlaktır” Çocuğuna,bilgi, inanç, yaşayış vs. olarak  bunu veremeyen ebeveynler, anne-babalık sorumluluğunu tam olarak yerine getirememiş olduklarını unutmamalıdırlar.

.

12 Mayıs 2025 Pazartesi

İyi Okul mu, İyi Öğrenci mi?

 


                                                                                                                                      

          

                    Bütün dinler, bütün peygamberler ve bütün kutsal kitaplar hep insanı terbiye etmek için gelmişlerdir. Eski çağlarda büyük oranda dinlerin yerine getirmeye çalıştığı yeni nesli hayata hazırlama faaliyeti, günümüzde kurumsallaşmış, modern araç-gereçlerle donatılmış devlet bütçesinden giderleri karşılanan okullarca yapılmaktadır. Eğitimin amacı genel olarak, “genç nesilleri toplum hayatına hazırlamak, onlara yaşamları için gerekli olan bilgi ve beceri kazandırmak, bir meslek edindirmek...“olarak açıklanır. Eğitimin sistemli olarak yapıldığı yerler ise okullardır.

 

           Günümüzde hangi alanda olursa olsun, mesleğinde emsallerine göre daha başarılı olan ve temayüz eden kişilerin genelde iyi eğitim aldıkları, bunun için de “iyi okul” lardan mezun oldukları görülmektedir. Bu manada ülkemizde İtü, Odtü, Boğaziçi ve İstanbul üniversiteleri eskiden beri ön plana çıkmış yükseköğretim kurumlarıdır. İlk ve Orta öğretim kurumları için de, her bölgede “iyi okul” olarak kabul edilen okullarımız vardır. Ebeveynler, çocuklarını bu okullarda okutabilmek için, hatırı sayılır bağışlar başta olmak üzere hemen her yola başvururlar.

     

Ülkemizdeki tüm okulların müfredatları her seviyede (ilkokul, Ortaokul, lise )  aynıdır, öğretmenleri de aynı fakültelerden mezundurlar. Ders kitapları da aynıdır. Okulun fiziki imkânları ve donanımlarında küçük farklılıklar olabilir anca bu durum okulun akademik başarısını çok fazla etkilemez. Yani bahçesi derslik ve koridorları daha düzgün daha bakımlı, teknolojik cihazlarla donatılmış okullarda akademik başarının çok yüksek olacağı varsayımı pek doğru değildir. Akademik başarıda en büyük pay (%70-80) öğrenciye aittir, öğrencinin çalışmasına aittir. Akademik başarı için öğrencinin çok zeki olması gerekmez, başarı için düzenli ve sürekli çalışma yeterli ve gereklidir.  Tabi ki öğrencinin başarısını motive eden, destekleyen, ona çalışma ortamı hazırlayan ebeveynin önemi de inkâr edilemez. Ortalama zekâya sahip bir öğrenci her gün ciddi bir şekilde 3-4 saat ders çalıştığında ülkemizde başaramayacağı sınav yoktur. Yani “iyi okul” aslında “iyi öğrenci” lerin bulunduğu okul demektir. İktisatta kullanılan  “para parayı çeker” sözü gibi eğitimde de bir yöredeki  “iyi okul” olarak bilinen okullara bölgedeki “iyi öğrenci” ler gelirler okulun totalde başarısı artarak devam eder. Kısaca “iyi okul, iyi öğrencilere sahip okul” demektir. Yani iyi okul yoktur, iyi öğrenci vardır.İyi okul” olarak bilinen okullar, daha kaliteli eğitim verdikleri için değil,  “iyi öğrencileri” bünyelerinde barındırdıkları için”iyi” oldukları unutulmamalıdır.

 

   Eğitim sistemimizdeki akademik başarının olmazsa olmaz şartı, asgari ortalama zekâya sahip olmanın yanında sürekli ve düzenli kitap okuma ve ders çalışma alışkanlığı kazanmış olmaktır. Küçüklüğünden beri hemen her gün aksatmadan kitap okuyan ve düzenli olarak günün 3-4 saatini ders çalışmaya ayırabilen bir öğrencinin eğitim sistemimizde başaramayacağı sınav yok gibidir.  Tabi ki sürekli çalışma zordur, uzun bir zaman ve çok emek ister, birçok öğrenci bunu doğal olarak başaramaz. Üstün akademik başarı hedefleyen ebeveynler, çocuklarını takip etmeli, küçük yaşlardan itibaren kitap okuma ve ders çalışma alışkanlıklarını onlara mutlaka kazandırmalıdırlar. Çocuklarının akademik eğitim almasını hedefleyen ebeveynler, daha ilkokulun başından itibaren işi sıkı tutmalı, “ihaleyi” tamamen okula ve öğretmenlere yıkma kolaycılığına düşmeden çocuğuyla her daim ilgilenmeli, çocuğunun kitap okuma ve düzenli ders çalışma alışkanlığı kazanmasını sağlamalıdır. Ebeveynler, çocuklarıyla derslerin değerlendirmesini yapmak suretiyle öğrenmeyi pekiştirebilirler.  İddialı, hedefleri olan bir öğrencinin çalışma odasında, televizyon, bilgisayar, akıllı telefon vb. cihazlar asla bulunmamalıdır.

 

Akademik başarıda öğrenci çok önemlidir, eğitime, öğrenmeye yönelik ilgisi, kaygısı, heyecanı olmayan, yeterli ve düzenli çalışmayı başaramayan öğrenciden, ne yaparsanız yapın sonuç almanız mümkün değildirdir. Teknolojik cihazlarla donatılmış en güzel okullar, özel öğretmenler ve, en pahalı özel okul imkanları da da sunulsa, eğer öğrenci, kendinden bekleneni yerine getiremiyorsa hepsi boşunadır, asla sonuç alınamayacaktır.iyi okul” denilen okullara, değer katanın o okullara gelen “iyi öğrenci”ler olduğu asla unutulmamalıdır.

 

“Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözü unutulmamalı, çocukların arkadaş çevresi sürekli gözetlenmelidir. Çocuklar, kendi yaş grubu akranları ya da kendi yaşlarına yakın kişilerle daha iyi iletişim kurarlar. Akraba çevresinden, komşulardan, dost ve tanıdıklardan çocuklara idol olabilecek, çocuklardan bir-iki yaş büyük, düzenli ve sürekli çalışma alışkanlığı kazanmış akademik başarısı yüksek öğrencilerle çocukların sık sık görüştürülmesi faydalı olacağı unutulmamalıdır.

6 Mayıs 2025 Salı

Uğurlu mu, Uğursuz mu?

 


 

Uğursuzluk, sözlükte “işlerin ters gitmesine yol açtığına inanılan nesne, olay, fiil ” anlamına gelir. Uğur ise insana mutluluk, iyilik ve şans getireceğine inanılan durumdur.

Eski çağlardan beri insanlar çevrelerinde gördükleri birtakım şeylerde ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inana gelmiştir. Çağımızda da bu anlayışı benimsemiş pek çok kişi ve topluma rastlamak mümkündür.

 

Hıristiyan geleneğinde ayın on üçüncü günü, binaların on üçüncü katı, on üç kişinin yan yana bulunması gibi pek çok uğursuzluk anlayışı mevcuttur.

Ortaçağda, ayna kırmak, kara kedi görmek, merdiven altından geçmek, gece tırnak kesmek uğursuzluk olarak algılanırdı..

 

Çin kültüründe dört sayısı ölüm kelimesinin telaffuzuna benzediği için uğursuz kabul edilir.. Kuzeye bakan evlerin, gece havlayan köpeğin, gece tırnak kesmenin, makarnayı keserek yemenin (hayatı kısaltmak anlamına geldiği için) uğursuzluk getirdiğine inanılır. Japonlar’da da aynı sebepten dolayı dört sayısı uğursuzdur. Yemek yeme çubukları yiyeceğe saplanmaz, zira bu hareket sadece ölü ritüelinde yapılır. Kuzeye karşı yatıp uyunmaz. Cenaze arabası geçerken başparmak saklanır.

Güvercin, karga, baykuş ve hüdhüd gibi kuşların uçuşundan uğursuzluk anlamı çıkarma anlayışı eski bir geçmişe sahip olup Bâbil ve Mısırlılar gibi Yahudi ve Hıristiyanlarda da mevcuttu. Câhiliye Arapları kuşların yanı sıra bir kısım özellikler taşıyan insanlarla kulağı yarık, boynuzu kırık hayvanları ve bazı sesleri de uğursuz kabul ederlerdi.

 

Kültürümüzde de, bir binanın çatısına baykuş konması, geceleyin köpek uluması, kapı önünde oturmak, elden bıçak, makas, sabun alınması vb. gibi  uğursuzluk olarak kabul edilen birçok batıl inanış bulunmaktadır. Uğur böceği ismi verilen küçük sevimli böceğin görülmesi de “uğur” olarak kabul edilir.

 

Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmadığı gibi hiçbir şey başlangıçta uğurlu da değildir. Uğursuzluk herkesin kendinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Eşya kendi kendine uğurlu veya uğursuz olamaz; onun iyi kullanılması hayır, kötü kullanılması şer getirir. Kullanımdan kaynaklanan hataları nesne ve olaylara atfederek onları uğursuz kabul etmek doğru değildir

 

Halk arasında kullanılan, “Uğurlu geldi, uğursuzluk getirdi” gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.

Ay ve güneş tutulması, köpeklerin uluması, baykuşun ötmesi, kedi ve köpeğin yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, ayrıca merdiven altından geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak, tırnak kesmek,  bazı ayların, günlerin, eşyaların, rakamların, bazı hayvanların, bazı isimlerin vb. şeyde uğursuzluk bulunduğunun kabul edilmesi,  birer batıl inançtır,  şirktir.Ayrıca bir şeyi uğursuz sayma, akla ve bilimsel verilere de aykırıdır.

 

Uğur –uğursuzluk inancı da, nazar, büyü, fal vb. gibi batıl inançlardandır. Kur`ân-ı Kerim`de uğursuzluktan söz eden ayetlerde uğursuzluğun gerçekliğinden söz edilmez, sadece inançsız kişilerin uğursuzluk inançlarına dikkat çekilir. (Yâ-sîn / 13-19; Neml/ 47; A`raf / 131.)

Bir rivayete göre Hz. Peygamber, “Uğursuzluk ancak üç şeyde, atta, kadında ve evde olur” buyurmuştur. (Buhârî, “Cihâd”, 47, “Ṭıb”, 54, “Nikâḥ”, 17)  Bu rivayet hakkında Hz. Âişe’nin görüşü sorulduğunda, “Kur’an’ı Muhammed’e gönderen Allah’a yemin ederim ki Resûlullah böyle bir şey söylememiştir; o yalnız Câhiliye halkının kadınla, evle ve atla uğursuzluk oluşabileceği yolundaki inancını bildirdi” cevabını vermiştir.

 

Sonuç olarak uğur –uğursuzluk inancı da, nazar, büyü, fal vb. gibi batıl inançlardan biridir. Dinle, akılla ve bilimle asla bağdaşmaz Bir şeyin uğur ya da uğursuzluk getirdiğine inanmak şirktir.

Günlük konuşmalarımızda yeni alınan bir ürün, yeni girilen okul, iş,  söz nişan, evlilik vb. cemiyet işlerinde “hayırlı,uğurlu olsun” dileğini sıkça kullanırız.  “Hayırlı olsun” dua cümlesidir, o işin o eylemin o kişiye hayırlar getirmesi için Allaha dua etmektir. “Hayırlı “ kelimesinin yanına eklediğimiz “uğurlu”  eklentisi fazlalıktır, batıldır, kullanılmaması daha uygun olur.

12 Mart 2025 Çarşamba

Yardımlaşma Nezaketinde Zirve; Sadaka Taşları

 Yardımlaşma Nezaketinde Zirve; Sadaka Taşları

 

         Türk-İslam medeniyetinin en güzel uygulamalarından biri olan Sadaka Taşları, çeşitli bölgelerde “Zekat Taşı”, “Zekat Kutusu”, “Dilenci Mihrabı”, “Hacet Taşı”, “İhtiyaçgah”, Fukara Taşı”, “Hayrat Deliği” gibi adlarla da ifade edilen, genellikle insanların kolayca ulaşabileceği cami, tekke, medrese, hastane, han, çeşme, külliye ve imaretlerin yanlarına, büyük meydanlara konulan, üstündeki oyuk kısıma ihtiyaç sahiplerinin almaları için para, altın vb. bırakılan özel taşlardır. 

         Sadaka Taşları, Selçuklulara  kadar uzanan, Osmanlı döneminde zirveye ulaşan,  yardım yapan ile yardım alanın birbirini görmediği, tanımadığı ve bilmediği böylece yardım alanın eziklikten korunduğu, verenin ise riya ve gösterişten uzak kaldığı bir zarif yardımlaşma sistemi, asalet ve merhametin simgesi, soğuk taşın adeta sıcak yüreğidir. 1.5- 2 metre yüksekliğinde, silindir veya dikdörtgen şeklinde mermerden yapılmış bu taşların üzerinde, para bırakmak için bir oyuk, çukur bulunur, hali vakti yerinde zengin, varlıklı kimseler, özellikle gece karanlığında taşın çukuruna yardımı, (sadakayı) bırakır, fakir ve yoksul da, buradan ihtiyacı kadar parayı alırdı.  

       Veren elin, alan elden üstün olduğunu ifade eden Peygamber Efendimizin sözü gereği, burada yardım edilirken davranış ve üslup, uygulama son derece önemlidir.. Bu taşlar, asırlardır asaletin ve merhametin simgesi olarak varlığını sürdürmüş, görevini ifa etmiştir.  Bu zarif yardımlaşma usulüyle, yardım yapılırken gizliliğe riayet edilmiş, ihtiyaç sahiplerinin incinmemesine azami hassasiyet göstermiş, fakir istemek zorunda bırakılmamıştır.  Yardımlar genelde geceleri karanlıkta bırakılır ve ihtiyaç sahiplerince de geceleri alınır, böylece ne bırakan, ne de alan birbirini görmez ve bilmezdi. Ayrıca taşın oyuğuna elini sokan birisinin yardım mı bırakıyor, ya da alıyor bilinmezdi.

         Sadaka taşları, Türk Milletinin kültür ve medeniyeti olarak ortaya koyduğu asalet, adalet, merhamet, fazilet, dürüstlük ve cömertlik anıtlarıdır. Bugüne kadar dünyada benzerine rastlanılmamıştır. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar bütün Türk coğrafyasının hemen her yerinde varlığı görülmektedir. Din, dil, ırk vb. ayırımı yapılmadan ihtiyaç sahibi herkes bu sosyal yardımdan faydalanmıştır.

      Atalarımızdan bize miras olarak kalan kültür değerimiz sadaka taşları, zamanla kendi hallerine terk edilmiş, birçoğu yıpranmış, kırılmış yok olmuştur.  Ne  işe yaradıkları dahi zamanla unutulan, ne olduğu pek bilinmeyen, az sayıda da olsa günümüze kadar ulaşabilen bu taşların koruma altına alınarak, bu güzel uygulamanın çocuklarımıza, gençlerimize, gelecek nesillerimize aktarılması en önemli vazifemizden olmalıdır.

 

Okulumuzda  Okulumuzda  

7 Ocak 2025 Salı

Muallim mi, Müellim mi?

 


Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerimin ilk inen ayeti  “ikra” yani “oku” olmuştur (alak-1). Başka bir ayetinde de  “Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” (zümer-9) belirten Kur’an, bilginin, öğrenmenin, öğretmenin önemini vurgulamıştır.

Hz. Peygamber de bir hadisinde “Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da ilmi destekleyen ol. Beşincisi olma, helâk olursun!” demek suretiyle Kuranın öğrenmeye verdiği önemi açıklamıştır.

 Böyle bir dinin mensupları olarak Müslümanlar, tarih boyunca Kur’an-ı Kerim’den aldıkları ilhamla yaşadıkları bütün bölgelerde ilmin öncüsü olmuşlar, Tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb. dini ilimlerin yanında, fizik ve astronomi olmak üzere, tıp, cebir, kimya ve hendese gibi alanlarda da çığır açan adımlar atmışlardır. Dinimizin sarsılmaz ilkeleri ile yaşadıkları kâinatın muhteşem kuralları arasında dâhice bağ kurmuşlardır. Asırlara ürettikleri bilgi ve yaptıkları icatlarla hem kendi çağlarını hem de sonraki yüzyılları aydınlatmışlardır.

Günümüzde, bilgilerin organize bir şekilde yeni nesle aktarılması genelde okullarda öğretmenler eliyle yapılmaktadır. Pedagojide,  öğretmenin kişiliği, tutum ve tavrı, karakteri, muhataplarına yaklaşım tarzı vb. çok önemlidir. Öğrencinin kalbine girmeyi beceremeyen bir öğretmenin eğitimde başarı şansı oldukça düşüktür. Yine “hali ile gali” tutarsız olan, dediği ile yaptığı çelişen öğretmenin işi de zor olacaktır. Eğitimde üçlü saç ayağı olarak dile getirilen öğrenci-öğretmen ve velinin işbirliğinin önemi çok açıktır.  Bu üçlü ne kadar uyum ve dayanışma/ yardımlaşma içinde olursa eğitim sürecinden o kadar fazla verim alınacaktır. Öğretmenlerin veli  ( ev)  ziyaretleri yapmaları, öğretmen ve veli kaynaşmasını da sağlar. Böylece öğrencisini ve ailesini yakından tanıyan öğretmenin yapacağı rehberliğin daha verimli olacağı kuşkusuzdur.

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif ERSOY öğretmeni şöyle tarif eder;

“Muallimim diyen olmak gerektir imanlı

Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı”

 

Sosyolog, pedagog ve yazar Rahmetli Seyyid Ahmet Arvasî  ( 1932 - 1988) )  60’lı yıllarda Ağrı’nın Molla Şemdin köyüne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar Ömer Bey ve  Âbid Ağa  olmak üzere köyün ileri gelenleri kendisini karşılarlar. Kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanır. Fakat bir şey dikkatini çeker genç öğretmenin. Köylüler hitap ederken kelimenin üzerine basa basa “Müellim Bey!” derler. Ahmet Bey “Muallim” kelimesini telaffuzda zorlandıkları için “Müellim” dediklerini düşünür.

Kısa zamanda köylüyle kaynaşır. Köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere katılır. Onlarla camiye gider. Cemiyetlerinde bulunur, bayramlarını kutlar. Köylüden kopuk öğretmen değil, onlardan biri haline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar.

İş bu noktaya gelince kendisine söz birliğiyle “Muallim Bey” diye hitap etmeye başlarlar. Bu durum Ahmet Bey’in dikkatinden kaçmaz. Merakını gidermek için muhtara sorar. Muhtar Ömer Bey, ağır ağır konuşmaya başlar “Evet Muallim Bey! Sana Önceleri ‘Müellim’ dememizin önemli bir sebebi vardı: Bugüne kadar köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldılar. Bizim dünyamıza giremediler. Onların ayrı dünyaları vardı, bizimle ilgisi olmayan, Avrupa’dan ithal kimseler gibiydiler. İnancımızı ve töremizi hor görüyorlardı. Hatta değerlerimizle alay dahi ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hal böyle olunca bizler çok üzülür, “müteellim” olurduk. Bunun için onlara ‘elem, sıkıntı veren’ mânâsında ‘Müellim’ diyorduk.

Dinimizi ve töremizi hor gören ve bizlere tepeden bakan bu adamlara elbette “Muallim” diyemezdik. Onlara bilhassa ve kasden “Müellim” derdik.
Biliyorsun, “muallim”, “ilim öğreten” demektir. “Müellim” ise, “acı çektiren”, “elem veren” mânâsına gelir. Kusura bakma, sen köyümüze gelince, gâliba bir “müellim” daha geldi diye düşünmüştük. Allah’a hamdolsun ki, yanılmışız. Çünkü sen, “müellim” değil, gerçekten “muallim” imişsin!  der.

Ünlü eğitimcimiz Nurettin Topçu “ 40 yıl öğretmenlik yaptım, mabede girer gibi sınıfa (da abdestli) girdim” der.

Liyakat sahibi öğretmenin bilgisinin yanında,  görgüsü, davranışı, sorun çözmesi, idealizmi de önemlidir. Nitelikli bir öğretmen hoşgörülü, farklılıklara ve değerlere saygılı, sabırlı, açık fikirli, yardıumsever, esnek, sevecen, anlayışlı, esprili,  cesaretlendirici ve destekleyici vb. olmalıdır. 

İşte bu vasıflarla müzeyyen olan, müellim değil muallim olan öğretmenlerimiz kadim medeniyetimizi yeniden ihya edecek öğrencileri yetiştirecekler ve Türk Milleti tarihte olduğu gibi, dünya medeniyetinde hak ettiği yerini alacaktır.

 

 

20 Kasım 2024 Çarşamba

İdam mı, Cinayetlere Devam mı?


İdam cezası, bir kişinin ciddi suçlardan dolayı devlet tarafından ölümle cezalandırılmasıdır. Günümüzde insan hakları ve adalet sistemleriyle ilgili çeşitli tartışmalara yol açan bu ceza, dünya çapında bazı ülkelerde kaldırılmış olsa da  (Amerika ve Çin başta olmak üzere 50 kadar ülkede)   uygulanmaktadır.

İdam cezası tarihsel olarak, suçluları cezalandırma ve toplumda korku yaratarak caydırma amacıyla uygulanmış bir ceza türüdür. Genellikle cinayet, vatana ihanet, terörizm, uyuşturucu ticareti gibi ağır suçlar için kullanılmıştır. Türkiye'de idam cezası 1984'te son kez uygulanmış ve 2004 yılında, Avrupa Birliği ile müzakereler çerçevesinde, tamamen kaldırılmıştır. İdam cezasının kaldırılmasının ardından, ülkemizde ömür boyu hapis cezası gibi alternatif ceza yöntemleri kullanılmaktadır.

Sözlükte “ardından gitmek, iz sürmek, yaptığı işte birinin yolunu takip etmek; kesmek, eşitlemek ve misilleme yapmak” mânalarına gelen kısâs  İslam hukukunda, kasten öldürdüğü kişiye karşılık fâilin öldürülmesini, kasten işlediği müessir fiil sonucu mağdurda bedenî-fizikî zarar meydana getiren kimsenin benzeri şekilde cezalandırılmasını ifade eder.

Eski toplumlarda “Cana can, göze göz, dişe diş” şeklinde formüle edilen kısas cezası, tarihsel süreçte toplumlara göre farklılıklar arz etmekle beraber hayata ve vücut bütünlüğüne karşı işlenen kasıtlı suçların kısasla cezalandırılmasının, günümüze intikal etmiş en eski hukuk metinlerine sahip İlkçağ kavim ve medeniyetlerine kadar uzanan uzun bir geçmişi ve yaygın bir uygulama alanı bulunmaktadır.

Haksız yere adam öldürmenin büyük bir suç ve günah olduğu ilâhî dinlerin ortak temalarından biri olup (Tekvîn, 9/5-6; Çıkış, 20/13; 21/12-14, 23/7; Sayılar, 35/11-21; Matta, 5/21-22; Luka, 18/20) Tevrat’ta adam öldürme ve yaralama ile sonuçlanan müessir fiillerin “cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yaraya yara” şeklinde kısasla cezalandırılması öngörülür (Çıkış, 21/23-25; Levililer, 24/17, 19-21; Tesniye, 19/21).

Kur’an-ı Kerimde;"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, artık ona hakkaniyetle uymalı ve kalan diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa, ona elem verici bir azap vardır.""Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız.” buyrulmaktadır.(Bakara, 2/178-179).

Kur’an’da dört yerde geçen kısas kelimesi, “denklik” anlamına geldiği bir yer dışında (el-Bakara 2/194) İslâm ceza hukukundaki terim anlamıyla kullanılmıştır (el-Bakara 2/178, 179; el-Mâide 5/45). Bu kavram hadislerde de kısas ve “kaved” şeklinde isim ve fiil kalıplarıyla sıkça geçmektedir.

İslâm öğretisinde kısas, temel insan haklarının çekirdeğini oluşturan ve diğer hakların kullanılması kendisine bağlı olan hayat hakkını güvence altına almaya yönelik bir müeyyidedir. Haksız yere ve kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak hem insan hayatına ve vücut bütünlüğüne yönelik haksız tecavüzler önlenmiş, hem de suçlu işlediği suça denk bir ceza görerek adalet sağlanmış olur. Kısasın olmazsa olmaz şartı, fâilin mükellef ve hür iradeye sahip bir kimse olması, fiilin kasten işlenmiş olmasıdır. Taksirli suçlarda kısas uygulanmaz.

Ülkemizde son yıllarda kadın ve çocuk cinayetlerinde görece bir artış gözlenmektedir. Sokak ortasında, çocuklarının, ailesinin gözü önünde hunharca katledilen kadınlar toplumda infial uyandırmaktadır. Taammüden işlenen cinayetlerin faillerine verilen müebbet hapis cezaları kamu vicdanını rahatlatmamaktadır. Faillere, işlenen suçla orantılı caydırıcı ceza verilmesi hukukun temel kuralıdır. Bunun yapılamadığı durumlarda (caydırıcı cezalar olmadığından)  suçların artacağı şüphesizdir.

Taammüden bir insanı öldüren, akıl sağlığı yerinde bir katilin, hapiste de olsa yaşamaya, yemeye-içmeye devam etmesi mâşerî vicdanda rahatsızlık yarattığında şüphe yoktur.

Küçücük kız çocuğunu kaçırıp her türlü kötülüğü yaptıktan sonra vahşice katleden caninin hapiste ömür boyu beslenmesini, çocuğu katledilen hangi ebeveyn hoş görebilir?

Ülkesine ihanet eden, gizli belge ve bilgileri yurt dışına sızdırarak ülkesinin zarar görmesine neden olan vatan hainlerinin idam dışındaki cezalarını kim kabullenebilir?

İdam cezasına karşı çıkanlar, “yaşama hakkının en temel hak olduğu” gerekçesiyle, idamın insan haklarına aykırı olduğunu ileri sürmektedirler. Bunu anladık da katilin öldürdüğü kişilerin yaşama hakları ne olacak? Başkasının yaşama hakkına saygı duymayanın yaşama hakkı neden olsun.

Eski yıllarda bazı bölgelerde idamlar halka açık olarak meydanlarda yapılırdı. Canlı canlı bir suçlunun idamını izleyen kaç kişi, sonucunu bilerek aynı suçu işlemeye cesaret edebilir?

İnsanın kangren olan bir organı, vücudun genel sağlığını koruma adına bünyeden kesilip atılır. Bunun gibi toplum sağlığını tehdit eden canilerin de idam edilmesi kamu yararı ve toplum sağlığı açısından elzemdir.

Cezalar mutlaka caydırıcı olmalıdır. Caydırıcı cezası olmayan suçların daha sık işlendiği malumdur. Sokaklara çöp atmanın uygun davranış olmadığını herkes bilmesine rağmen ciddi bir müeyyidesi olmadığından, birçok insan bu kurala uymaz. Trafik kurallarına uymamanın cezası her yıl artırılmakta,  verilen cezalarla kurallara uymayan sürücülerin  “canlarının acıması” dolayısıyla, trafik kurallarına azami uymaları hedeflenmektedir.

Bir insanın yaşam hakkına kasten son veren fail için en caydırıcı ve en adaletli ceza, onun da yaşam hakkına son verilerek idam edilmesidir. Daha fazla  kadın ve çocuk cinayetlerine şahit olmadan,daha fazla canlar yanmadan, kamu yararı için olmazsa olmaz olan idam cezası ivedilikle hukuk sistemimizdeki yerini almalı, kamu vicdanı rahatlatılmalıdır

7 Ağustos 2024 Çarşamba

657 SAYILI DMK ACİLEN DEĞİŞTİRİLMELİDİR

 

 

Türk milleti çalışkandır, üretkendir. Tarihimize baktığımızda sistemlerimizin iyi kurulduğu ve iyi işletildiği dönemlerde milletimizin neleri başarabildiği ortadadır. Kamu hizmetlerindeki kalitesiz ve verimsiz hizmetin temel sebebinin,  tembellik veya yetersizliğinden dolayı işsiz kalma riski olmayan kamu personelini koruyan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu olduğu ortadadır. Kamu istihdam sisteminde, kamu görevine giren kadrolu bir memur,  65 yaşına kadar iş garantisine sahip olması verimliliği, üretkenliği maalesef yok etmekte, memurları tembelleştirmektedir

Yaklaşık yarım asır önce çıkartılan 657 sayılı Devlet memurları kanunumuz var. Bu güne kadar birçok siyasetçi, birçok yazar ve akademisyen bu kanunun mutlaka değiştirilmesi gerektiğini belirttiler. Son olarak Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN da “657 Tepeden Tırnağa Değişmeli” diyerek bir kez daha konunun önemini dile getirdi. (https://www.memurlar.net/haber/704934/erdogan-657-tepeden-tirnaga-degismeli.html)

 Anayasamıza göre, devletin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetleri, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atamaları, hakları, sorumlulukları, görevleri, maaşları ve diğer özlük haklarının yasayla düzenleneceği hükme bağlanmıştır. (1982 Anayasası, madde:128) Kamuda çalışanların seçimi, hakları, sorumlulukları, izinleri, yaptırımları vs. hususlarını detaylıca ortaya koyan ve 1965 yılında çıkartılan bir kanunumuz var; 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu. (http://mevzuat.meb.gov.tr/html/657_12056.html)

 657 sayılı Kanun'daki tanımına göre memur;“Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu kanunun uygulanmasında memur sayılır. Bu tanımlananlar dışındaki kurumlarda genel politika tespiti, araştırma, planlama, programlama, yönetim ve denetim gibi işlerde görevli ve yetkili olanlar da memur sayılır.”(657 SDMK, Madde:4)

Yine mezkûr kanunumuzda memurların hizmet sınıfları da belirlenmiş olup buna göre,

1.Genel İdare Hizmetleri 2.Teknik Hizmetler 3.Sağlık Hizmetleri 4,Eğitim ve Öğretim Hizmetleri  5.Avukatlık Hizmetleri 6.Din Hizmetleri 7.Emniyet Hizmetleri 8.Yardımcı Hizmetler 9.Mülki İdare Hizmetleri 10.Milli İstihbarat Hizmetleri, memurların sınıflarını oluşturur.

Bugünkü Durum:

Türkiye’de 657 Sayılı DMK’na göre memur statüsünde çalışan hizmetlisinden Valisine, Müsteşarına kadar bürokratlar; işsiz kalma korkusu olmayan bir sistemde çalışmaktadır. İş garantili memur istemiyorsa, içinden gelmiyorsa bu sistemde verimli çalıştırılabilmesi mümkün değildir. Hiçbir memur işini yapmadığı ya da beceriksiz olduğu için işini kaybetmez. Kanunun kendisine tanıdığı hakları kötüye kullanır, sevk alır, sahte sağlık raporları alır, mazeret izinleri alır, işine geç gelir, erken ayrılır, işini gereği gibi yapmaz. Verilen işler doğru ve zamanında yapılmadığı için bu tür memurlara amirlerince pek iş de verilmez. Bu tür personele disiplin açısından da fazla bir şey yapılamaz.  657 sayılı Kanun'un disiplin cezalarını düzenleyen 125'inci maddesinde beceriksizlik ya da niteliksiz iş yapmanın yaptırımı bulunmamaktadır. İşini doğru yapmayan, mesaisine dikkat etmeyen, tembel, verimsiz memur hakkında soruşturma açılabilir ve en fazla görev yeri değiştirilir, asla memuriyetten çıkartılamaz, kamuda hiçbir iş üretmeden 65 yaşına kadar maaş almaya devam eder.

Yıllar önce ilk görev yerimde bizzat yaşadığım olayı paylaşmak isterim, küçük bir ilçe yatılı bir okul, 80-100 kadar yatılı öğrencimiz var, ben de bu okulda acemi bir idareciyim. Okulumuzda her birinin ilçede iş yerleri olan (esnaflık yapan)  7 kadrolu hizmetli mevcut, ama bulaşıkları sırayla öğrenciler yıkıyor. Bu durum beni rahatsız etti, durumu ilçe milli eğitim müdürüne izah ettim, ”haklısın ama bunlar kadrolu zor yaptırırız, Kaymakam Beyle bir görüşeyim” dedi.  Birkaç gün sonra Kaymakam Bey okulumuza geldi, durumu kendisine de izah ettim. Hizmetlilerle toplantı yaptı, “bu iş yapılacak,bulaşıkları yıkamak istemeyen söylesin onu başka yere göndereyim” dedi ve okulumuzdan ayrıldı. Ben hizmetlilere bulaşık yıkama nöbet listesi hazırladım ve tebliğ ettim. Hizmetliler bana küstüler, kazan kaldırdılar, her biri hastaneye giderek rapor aldılar. İlk sıralar çok sıkıntılar yaşadık, ama zamanla Kaymakamımızın dirayetli duruşu ve hizmetlilerimiz, o ilçede evleri ve işyerleri olmasından dolayı başka yere gitmeyi göze alamadıklarından kerhen de olsa bulaşıklar yıkanmaya başlandı. Bu örnek “nev’i şahsına münhasır” istisnai bir örnek olup buna bakarak “istenince oluyor” çıkarımı yapılması çok doğru olmaz.

Tembelliğinden ve işini tam yapmamaktan dolayı bir memuru asla atamazsınız, kitabına uydurulup atılsa bile mahkemeden geri döner. Bu sistem, aşkla çalışmayı, daha çok üretmeyi, rekabeti engellemektedir. Günümüzde kamu kurumlarında konuşulan “toplam kalite, iş standardı, stratejik plan, performans, verimlilik ölçümleri vs.söylemler 657 değişmediği sürece reklamdan, şovdan öte bir şey ifade etmeyen boş laflardır. Bu gün görece azalsa da, bir zamanlar memurlar için söylenen  “Bu gün git yarın gel” ya da ciddi bir özel kuruluşta çalışanlara hitaben “hepimiz çok çalışacağız, burası devlet dairesi değil ”lafı boşuna söylenmemiştir. Bu sistemde vatandaş değil, memur patrondur,  vatandaşın ödediği vergisinden maaşını alan memur vatandaşa pek ala “bu gün git, senin işini yapmıyorum, yarın, öbür gün gel” diyebilir/demektedir.

Sadece kıdeme bağlı terfiler, hizmet niteliğine bakılmadan ödenen maaşlar da memuru tembelliğe itmektedir. Memur için asıl olan “etliye sütlüye karışmamak, günü idare etmek, üstüyle iyi geçinmektir. Memur için halk arasında söylenen “salla başını al maaşını” lafında gerçeklik payı büyüktür. Sistem çalışanla, çalışmayanı ayırmaz, herkese aynı maaşı verir, bunu keşfeden çalışkan memurlar da zamanla vites küçültür, sisteme uyum sağlar. Bu uyuşuk sistem ve ortamda “olması gereken” ancak mevcuda göre “sıra dışı” istisnaen çıkan çalışkan memurlar, etrafındakiler tarafından hemen pasifize edilip terbiye! edilerek sistemle uyumlu! hale getirilirler. Uyum sağlamakta zorluk çekip risk alanlar sudan sebeplerle haklarında açılan disiplin soruşturmalarıyla yola getirilirler. “Hiçbir çalışma cezasız kalmaz ”lafı da muhtemelen buradan gelmiş olmalıdır.

Zaman zaman ülkede siyasi ve ekonomik krizler, deprem vb. büyük felaketler olur, genelde ülkede yaşayan bütün vatandaşlar bu krizlerden etkilenir. Seçimler kaybedilir, hükümetler düşer, iflaslar başlar, işyerleri kapanır,  işten çıkartmalar yaşanır. Bütün bu olumsuzluklardan en az zarar gören kesim memurlardır. Kriz nedeniyle yüz binlerce çalışan işsiz ve maaşsız kalırken, devlet garantisindeki memurların maaşı, dışarıdan borç  paralar bulunarak zamanında ödenir. Bu durum ülkemizdeki ev sahiplerinin “memur kiracı” tercih etmelerine neden olmuştur.

Aynı eğitimi almış, aynı okullardan mezun olmuş iki personelden kamuda çalışandan yeterli verim alınamaz iken özel sektörde çalışanı harikalar yaratmaktadır. Kamu hastanelerinde görev yapan hekimle, özel hastanelerde çalışan hekimin hastalarına yaklaşım ve ilgisine bakıldığında durum somutlaşacaktır. Devlette çalışırken veriminden pek memnun kalınmayan nice öğretmenin, özel okullara geçince efsaneleştiği bilinen durumlardır. Eskiden hastanelerde temizlik işlerinde görevli kadrolu elemanlar vardı, hastaneler pislikten geçilmezdi. Daha sonra temizlik işleri özel sektör eliyle yaptırılmaya başlanınca hastanelerimiz temizlik gördü. Benzer durum okullar için de geçerli olup, kadrolu hizmetlilerin bulunduğu okullar yeterince temizlenmez iken, son yıllarda iş kur aracılığı ile 7-8 aylık sözleşmeyle ve asgari ücretle görevlendirilen elemanların bulunduğu okullar daha temiz durumdadır. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.    

Sonuç olarak işini kaybetme riski ve rekabet ortamında çalışmayan kamu görevlileri yeterli ve kaliteli hizmet veremedikleri ortadadır. Düşük maaşa rağmen, memur kadrolarına rağbetin niçin fazla olduğu irdelendiğinde ”risksiz, rekabetsiz, 65 yaşına kadar iş garantisi” olduğu ortaya çıkar. Özellikle tembel yapılı, fazla çalışmayı sevmeyen, risk alma ve kendisini geliştirme çabası olmayan kişiler memur olmak için can atarlar. Zira Türkiye’deki memurluk tam da onlara göredir.

Neler Yapılabilir?         

Kamuda kaliteli hizmet üreten kesim kadrosuz, sözleşmeli ya da hizmet alım sistemiyle çalışan personeldir. İşini kaybetme riski, daha çok çalışmayı, daha çok üretmeyi sağlar.  Risk,  işin ve hizmetin garantisidir. Son zamanlarda taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi sürecinde, bir taşeron işçinin “bizler kadroya geçersek işleri kim yapacak?” sorusu durumu mizahi olarak açıklayan güzel bir örnektir.

Cumhurbaşkanımızın deyimiyle “657 Tepeden Tırnağa Değişmeli” ancak yeni düzenlemede behemehâl, ömür boyu iş garantisi kaldırılmalı, tüm kamu çalışanları belirli sürelerle sözleşmeli hale getirilmeli, performansı düşük olanların sözleşmeleri yenilenmemelidir. Bu yapılabilirse kamu kurumlarının hizmet üretimi ve hizmet kalitesinin hızla yükseleceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

3 Haziran 2024 Pazartesi

İhtiyaç mı, İhtiras mı?

 İhtiyaç mı, İhtiras mı?

İnsan, diğer canlılar gibi canlılığını sürdürebilmesi için birtakım temel, olağan ihtiyaçlara gereksinim

duyar. Beslenme, giyinme, barınma vs.bu ihtiyaçların başında yer alır. İhtiyaçların karşılanması

dünya nimetlerinden bir kısmına sahip olmayı gerektirir. İnsanoğlu yaratılış itibariyle diğer canlılardan

farklı olduğundan hayat standartları ve ihtiyaçları da farklı ve özeldir, ama asla sınırsız değildir.

İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız, buna mukabil kaynakların kıt olduğu” dayatılan bir argümanıdır.

Üniversite düzeyindeki “İktisata Giriş” derslerinin ilk konusu, üniversite hocalarının öğrencilere

öğrettikleri İktisatın tanımı budur; “İktisat, sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt

kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır.”

Bu başlangıç noktasını pek sorgulayan olmaz. Hâlbuki tanımda dile getirilen “insan ihtiyaçlarının

sınırsız, kaynakların kıt olduğu” tamamen önyargıya dayanmaktadır Gerçekte, ne insanın ihtiyaçları

sınırsız ne de kaynaklar mutlak anlamda kıttır,.

Öncelikle “kaynakların kısıtlı olduğu” hususu tamamen tartışmalıdır. Örneğin, önemli doğal

kaynaklarımızdan olan petrol sınırlı olsa da, enerji üretimi bakımından güneş ve rüzgâr enerjisinin

sınırlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Tanımın ikinci bölümünü oluşturan ihtiyaç ve isteklerin sınırsızlığı da makul ve sağlam mesnetli

sayılamaz. Hayatın idamesi için gerekli temel ihtiyaçlarımız bellidir ve sınırlıdır ki bunlar yemek,

içmek, giyinmek ve barınmaktan ibarettir.

İnsan sınırsız ihtiyaçlara sahip olmadığı gibi sınırsızca tüketmesinin de makul gerekçesi yoktur. Ama

insanın arzu ve ihtirasları sürekli körüklenerek, satın almaya sürekli teşvik edildiği bir gerçektir.

İsteklerimiz, popüler kültür bombardımanı, kredi kartı tuzakları, moda akımları ile sürekli tahrik

edildiği bir vakıadır. Normalde üretimin, tüketim için yapılması gerekirken, kapitalist çarkların

dönmesi için, tüketim üretim için yapılır hale geldi.. Yani, iktisatçıların söylediği gibi, insan

isteklerinin hiç bitmemesi onun doğasından gelmiyor. İnsan, reklam ve dayatılan yaşam biçimi

sonucunda sürekli tüketmeye sürükleniyor.

Popüler kültürün tükettirme saldırısının sonucunda, hiç giymedikleri yüzlerce giysiyi, onlarca

ayakkabıyı, pek kullanmadıkları ev aletlerini, sadece temel işlevlerini kullandıkları halde en gelişmiş

özelliklere sahip (araba, tv, fırın, cep telefonu vb. ) ürünleri satın almayı bir saplantı haline getirmiş

bireyler ortaya çıkmıştır.

Görüldüğü gibi oluşturulmaya çalışılan insan tipi, midesi doysa da gözü sürekli aç kalan, açgözlü bir

insandır. Aslında sınırsız olan ihtiyaçlar değil, insanoğlunun istekleri ve bitmeyen arzularıdır. Bu

bağlamda belki de “ ihtiyacı” yeniden tanımlamamız gerekiyor. Evet, ihtiyaç anlayışına yeni bir açılım

getirmek zorundayız

Rivayete göre 19. yüzyıl sonlarında ülkemizde, Doğu Anadolu bölgesinde müthiş bir kıtlık baş

göstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp

çıkaramayacaklarını tespit etmek için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma

neticesinde müşahede ettiği gerçek, son derece manidardı;

‘’Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de

kıtlık açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak, böyle güçlü bir içtimai yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan

üretmek imkânsız.’’


“İnsan insanın kurdudur” anlayışına sahip kapitalist batı toplumlarına bunu anlatmak zor olsa da

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’’ düsturunun hâkim olduğu toplumlarda gerçek açlık

mümkün mü?

İsraf yani gereğinden fazla tüketmek haramdır. Erdemli ve ahlaklı toplumlarda bireysel tüketim değil,

sahip olunan nimetlerin ihtiyaç sahipleriyle paylaşılması esastır.

İmkânlar kısıtlı, ihtiyaçlar sınırsız mı?

İnsanın ihtiyaçları sınırsız değil, temel kaynaklar da sınırlı değildir. Evrendeki ilahi sistem, her

canlının her türlü ihtiyacını giderebilecek şekilde kurulmuştur. Paylaşılması becerilebilirse tüm

canlılara yetecek kadar kaynak mevcuttur. Sınırsız olan, kapitalist toplumların bir türlü

doyurulamayan, savaşlara, cinayetlere, neden olan ihtiraslarıdır, arzu ve isteklerdir.

Dayatılan (sanal)ihtiyaçlarını zorunlu ihtiyaca dönüştüren birçok insan bu ihtiyaçlarını legal yollardan

karşılayamayınca gayri meşru eylemlere yönelebilmektedir. Böylece birçok hukuk dışı eylemler

gerçekleşmekte, kul hakkı yemekte, cinayetler işlenebilmektedir.

Hâlbuki “insan”, kendi menfaatini yerine getirirken diğer canlıların çıkarlarını da dikkate almak ve

imkânlarını, olmayanlarla paylaşmak zorundadır. İmkânları görece sınırlı olan insanların da “kanaat”

duygusuyla hareket etmesi, hayatta her zaman bütün ihtiyaçlarını tatmin edemeyeceğinin bilincinde

olması, mevcut imkânlarla yetinmeyi bilmesi, öğrenmesi gerekir.

İhtirasın tersi olan kanaat, aşırılıktan, ihtirastan kaçınmak, başkalarına kıskançlık duymamak ve

hakkına razı olarak gönül huzuruyla yaşamaktır.

Bugünkü yapay/sanal/dayatılan ihtiyaçlar insanları dürüst çalışmaya yardımlaşmaya sevk etmek

yerine maalesef bencilleştiriyor, israfa teşvik ediyor. Alışveriş esnasında her birey kendisine “ihtiyaç

mı, ihtiras mı” sorusunu sormalı ve sonra alışverişini yapmalıdır.

22 Mart 2024 Cuma

Sanal Öğretmen ihtiyacı Ya da Atanamayan Öğretmen Sorunsalı

 


Kamuda en kalabalık meslek grubu öğretmenliktir.  2024 yılı itibariyle 1,200 bin kadar öğretmen görev yapıyor ülkemizde. 2023-2024 öğretim yılı baz alındığında, temel eğitim ve ortaöğretime devam eden öğrenci sayımız yaklaşık 19 milyondur. Kabaca bir hesapla öğretmen-öğrenci oranına bakıldığında 1/15, yani her 15 öğrenciye bir öğretmen iyi bir orandır aslında.  Buradan düz mantıkla bakıldığında ülkemizde öğretmen ihtiyacı olmadığı söylenebilir. Ancak çeşitli faktörlerden kaynaklı ülke çapında öğretmenleri dengeli dağıtamama sorunuyla karşı karşıyayız. Bunun ki temel nedeni var, bunlar;

 1.Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan “Eğitim Bölgeleri ve Eğitim Kurulları Yönergesi” ne göre,  coğrafi, ulaşım, nüfus yoğunluğu, birbirine yakınlık vb. etkenlere göre oluşturulacak “Eğitim Bölgeleri”ndeki: “Kaynak Kullanımı: Eğitim bölgesi olarak belirlenen sınırlar içerisinde; insan gücünün, eğitim kurumlarının ve sosyal tesislerin fizikî kapasitesi ile eğitim araç ve gerecinin eğitim kurumu ayırımı yapılmaksızın bir program çerçevesinde etkili, verimli ve ortak kullanımı sağlanır.” Yani Eğitim Bölgesindeki her okula her branşın normu verilmez, özellikle haftalık ders saati az olan branşlarda (A) okulundaki bir öğretmen  (B) hatta (C) okullarında da ders okutur.  Bir örnekle somutlaştırırsak; bir eğitim bölgesinde 5 okul olduğunu ve bu okullarda da toplam 20 saat Görsel Sanatlar dersi olduğunu varsayalım. Bu yönergeye göre bu eğitim bölgesindeki bir okula Görsel Sanatlar dersi öğretmeni verilir ve bu öğretmen bölgedeki toplam 20 saat dersi okutur. Çok doğru, kaynaklarımızın yerinde kullanımı için çok gerekli olan bu yönergenin gereği maalesef bazı yörelerimizde doğru yapılmamış, 2-3 eğitim bölgesi olması gereken bazı yerleşim yerleri, 10-15 farklı eğitim bölgelerine ayrılmışlar, buralardaki her okula haftada asgari 6 saat ders yükü bulunan tüm branş öğretmenlerinin normunun verilmesi sağlanarak kaynaklar heba edilmektedir. Bakanlığımız çıkarttığı yönergenin uygulamasındaki sıkıntıları da dikkatle izlemeli, yanlışlıklar düzeltilmelidir.

2. Bakanlığımızın Mevcut norm kadro  yönetmeliğine (Meb.Eğitim Kurumları yönetici ve öğretmenlerinin norm kadrolarına ilişkin 16/6/2014 tarih ve  2014/6459 sayılı yönetmelik) göre okul öncesi ve  ilkokullarda “10’ dan aşağı olmamak üzere açılan her şube için bir  öğretmeni normu” verilmektedir.(Madde 15-16)   Yönetmelikte, ana sınıfları  hariç (ana sınıflarında şubedeki  üst sınır  20 öğrenci) şubelerdeki üst  öğrenci mevcudu sınırı belirlenmemiştir. Hal böyle olunca birçok fiziki kapasitesi yetersiz okullarda şube mevcutları 30-35’ i bulabilirken, derslik sıkıntısı bulunmayan bazı okullarda da her 10-12 öğrenci için ayrı şubeler açılabilmektedir. 10-12 kişilik şubeler ülke gerçekleri ile pek bağdaşmamakta, aynı bölgedeki bazı okullarda 30-35 kişilik, bazı okullarda da 10-12 kişilik şubelerin varlığı öğretmenler ve veliler arasında huzursuzluğa neden olabilmektedir.

Branş öğretmenliği normunda da haklı olarak haftalık ders saati belirlenmiş, haftalık toplam ders yükü a) 6-31 saate kadar 1, b) 31-42 saate kadar 2, c) 42’den fazla olması hâlinde her 21 saat için 1, branş öğretmeni normu verileceği yönetmelikte belirtilmiştir.(Madde:18) Burada da durum okul müdürünün inisiyatifinde gibidir. 32-33 kişilik bir sınıf tek şube de olabilir, 2-3 şubeye de ayrılabilir. 2-3 şubeye ayrılması demek okuldaki her branş için öğretmen normunu sanal olarak 2-3 karta çıkartmak demektir.

Görüldüğü gibi ülkemizde reel değil sanal bir öğretmen açığı bulunmakta, bunun sebebi de “Eğitim Bölgelerinin doğru oluşturulamaması, Norm kadro yönetmeliğinde, ikinci şubelerin oluşturulmasında makul sınır belirlenememiş olması nedeniyle bazı okul idarelerinin keyfi olarak şube sayılarını (dolayısıyla haftalık ders saatleri ve normlarını) çoğaltmaları sanal öğretmen açığına neden olmaktadır

Neler Yapılmalı?

Ülkemiz zengin ve çok gelişmiş bir ülke değildir. Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama GSMG 40 bin Dolar civarında iken bu rakam ülkemizde son yıllarda daha yeni yeni 11 bin dolar seviyelerini görmüştür. Kıt ve sınırlı kaynaklarımızı en verimli ve en tasarruflu şekilde kullanmamız gerekir. Bu bağlamda;

1.”Eğitim Bölgeleri ve Eğitim kurulları  Yönergesi”nde,” Eğitim bölgesi olarak belirlenen sınırlar içerisinde; insan gücünün, eğitim kurumlarının ve sosyal tesislerin fizikî kapasitesi ile eğitim araç ve gerecinin eğitim kurumu ayırımı yapılmaksızın bir program çerçevesinde etkili, verimli ve ortak kullanımı sağlanır”  ifadesine  ülke çapında işlerlik kazandırılmalı, eğitim bölgelerinin doğru tespit edilip edilmediği sürekli kontrol edilmeli, şartları uygun, birbirine yakın, ulaşım  imkânına sahip mahalle ve köyler  ayrı ayrı değil tek bir eğitim bölgesi olarak belirlenmeli, haftada 6 saat ders  yüküne  bir öğretmen normu verilmemelidir.

2.Norm kadro yönetmeliği tekrar gözden geçirilmeli,  bir okuldaki normun azaltılıp çoğaltılması okul müdürünün inisiyatifinden alınmalı” ana sınıfları hariç, tüm okullarda öğrenci mevcudu 30’u geçmeyen sınıflarda 2.şubenin açılamayacağı” yönetmeliğe konulmalı ülke genelinde uygulama birliği oluşturulmalıdır.

 Bunlar yapılabildiğinde, ülkemizde öğretmen eksikliğinin olmadığı görülecek, öğretmenler arası iş barışı sağlanmış, veliler arası şube mevcutları polemikleri asgariye indirilmiş olacaktır.

Atanamayan Öğretmen Sorunsalı

2024 yılında halen 500 bin kadar öğretmenin atama beklediği, popülist söylemle, 2024 yılında 500 bin atanamayan öğretmen bulunduğu vakıadır. (https://www.kamuajans.net/meb-personel/branslara-gore-2024-atama-bekleyen-ogretmen-sayilari-583827)

Ancak yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ülke genelinde doğru ve dengeli bir dağılım yapılabilse öğretmen ihtiyacının olmadığı görülür. Ancak bir milyondan fazla çalışanı bulunan öğretmenlik mesleği ile ilgili medyada yapılan bir haber, siyasilerin popülist söylemleri hep işe yaradığından   “atanamayan öğretmen” tabiri çok doğru olmasa da sık sık kullanılmakta, kamuoyunun gündeminde hep yer edinmektedir.

 “Atanamayan Öğretmen”   tabiri doğru değildir;

1.Ülkemizde 200’den fazla üniversitede yüzlerce fakülte ve yüksekokul bulunmakta ve üniversitelerde toplam 7 milyon kadar öğrenci çeşitli alanlarda eğitim görmektedir. Ülkemizde üniversite eğitimi yurt, kredi, burs, beslenme vb. yollarla desteklenmekte ama üniversite diplomasına sahip olanlara iş garantisi verilmemektedir ki üniversite okuyan her öğrenci bunu baştan bilmekte bu şartları bilerek ve kabul ederek üniversiteyi okumaktadır. Bu cari uygulamaya göre devlet yeteri kadar üniversite açmakta, dezavantajlı öğrenciler için yurt, kredi vb. desteklerle fırsat eşitliği sağlamaya çaba sarf etmektedir. Üniversiteyi bitiren birey kişisel gelişim seviyesi, bilgi birikimi, yabancı dil bilgisi, vb. artılarıyla sınavlarda başarılı olmak kaydıyla belirlenen kontenjan sınırlılığı içerisinde kamuda işe başlayabilir.

2.Her sene kamuya öğretmen alımı yapıldığından, öğretmenlik bölümlerini bitiren üniversite mezunlarının atanma şansları devam etmektedir. Oysaki  kamuya hemen hemen hiç alım yapılmayan başta, her yıl 30 bin kadar mezun veren İİBF (İktisat, İşletme, iş idaresi, Ekonomi, Ekonometri, Çalışma Ekonomisi, Muhasebe ve Finansal Yönetim, Maliye, Yönetim Bilimleri, Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler)  ve Gıda ve Ziraat başta olmak üzere birçok Mühendislik, Sosyoloji, Arkeoloji mezunları gibi diğer birçok bölümden yıllarca ya mezunlarının yüzde birini bile bulmayan çok az alım yapılmakta ya da hiç alım yapılmamaktadır. Medyada ve siyasi söylemlerde, medyatik ve popülist değeri öngörülmediğinden atanamayan bu bölümlerden pek bahsedilmez.

3. “Atamayacaktın niye üniversite/bölüm açtın” serzenişleri de, makul ve mantıklı olmayan, tamamen duygusal ve kışkırtıcı bir söylemdir. Zira şartlar, atanma ihtimalleri baştan bellidir. Üniversite öğrenci adayı, üniversite eğitimi öncesi yerleştiği/okuyacağı bölümün iyi analizini yapmalı, hobi amaçlı eğitim dışında, istihdam alanı olmayan bölümlerde okumaktansa üniversite eğitimi yerine bir meslek öğrenmenin daha doğru olacağını asla unutmamalıdır.

4.Üniversite sınavına giren öğrencilerden ilk 750 binlere girenler 2 ya da 4 yıllık (ön lisans/lisans) bir bölüme yerleşebiliyorlar. Üniversitede istihdam sorunu yaşanmayan, Tıp, Eczacılık, Diş Hekimliği, İyi Mühendislikler, atama sıkıntısı olmayan öğretmenlik branşı bölümlerini okumak için üniversite sınavında ilk 50 binler sıralamasında olmak gerekmektedir.  Biraz daha toleranslı düşünürsek üniversite sınavında ilk 100 bine giremeyen bir öğrencinin istihdam alanı olanı olan bir bölüm okuması imkânsızdır. Öğrenciler bunu bilerek, uzmanlara danışarak, doğru analizler yaparak üniversite okuyup okumamaya kendileri karar vermeliler, üniversite bitirdiklerinde, işsiz kaldıklarında başkalarını suçlamamalıdırlar.