26 Ekim 2023 Perşembe

Kavli Dua mı, Fiili Dua mı?

 


Dua; sözlükte “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” manalarına gelir. 

Dinî bir terim olarak ise dua; insanın Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini Allaha sunması demektir. Dua aynı zamanda ibadettir, Hz. Peygamber bir hadisinde   “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 2) buyurmuştur. 

Yapılışı açısından dua kavli/sözlü dua ve fiili dua şeklinde iki kısımda incelenebilir.

 Kavli/Sözlü dua, sözle veya kalple yapılan duadır. Bu tür dua; kalp ve dil ile Allah’ı anmak, O’na saygı ifade eden cümleleri okumak, dünya ve ahiret ile ilgili isteklerde bulunmak, af ve mağfiret dilemek şeklinde yapılır.

Kavli/sözlü duaya, Kur’andan şu örnekleri verebiliriz: 

“(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf, 7/23)

 “(Müminler) Rabbimiz! bize dünyada iyilik, güzellik ve nimet ver, ahirette de iyilik, güzellik ve nimet ver ve bizi ateş azabından koru.” (Bakara, 2/201)

Peygamberimiz (s.a.v) de bir hadisinde, “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabb’inden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin” (Tirmizî, Daavât 149)  buyurmuştur.

Fiilî dua; Allah, kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, öncelikle onun sebeplerini de yerine getirmek zorundadır. Fiili dua; insanın sözlü olarak Allah’tan istediği şeyin ön koşullarını yerine getirmesi, zeminini hazırlaması ve Allah’ın koyduğu kanunlara ( sünnetüllâh) uyması demektir. Fiili dua,  dil ile istediğimiz şeyler için,  gerekli çabayı sarf etmek, isteklerimizin olması için çalışmak, amel etmek, sebepleri yerine getirmek demektir.

Kişi, Allah’tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip tamamlar, sonucunu da Allah’tan bekler. Hayvanı hasta olan ve iyileşmesi için sadece dua eden birisine söylenen “Duana biraz da katran ilacı ekle” sözü, fiilî dua için güzel bir örnektir.

Sözgelimi, sağlıklı olmayı isteyen bir kimsenin yemesine içmesine, fiziksel aktivitelerine kısacası tüm sağlık kurallarına dikkat etmesi; sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin, sınava iyi hazırlanması; tarlasından bol ürün almak isteyen çiftçinin, tarlasını,   ziraat uzmanlarının tavsiyeleri doğrultusunda  hazırlaması, ekmesi dikmesi, sulaması, gübrelemesi vb. gerekir. Trafikte kaza olmasın diye dua eden sürücünün, öncelikle aracının gerekli periyodik bakımlarını yaptırması ve trafik kurallarına harfiyen uyması gerekir. Sağlık kurallarına uymadan sağlıklı kalmayı, trafik kurallarına uymadan kaza yapmamayı, çalışmadan zengin olmayı, iyi hazırlanmadan bir sınavda başarılı olmayı, tarlanın gerekli bakımlarını yapmadan bol ürün almayı istemek Sünnetüllah’a aykırıdır.

İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır” (Necm, 53/39) mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir dua manasına geldiğine işaret edilmiştir. Dolayısıyla bir insan, elinden gelen bütün gayretleri gösterdikten, istediği şeyin zeminini hazırladıktan sonra neticeyi dua ederek Allah’tan istemelidir.

Özetlersek, duada asıl olan fiili duadır. Allah’tan istenilen  şeyin ön koşullarının  yerine getirilmesidir, zemininin hazırlamasıdır,  sünnetüllâha uyulmasıdır.  Allah, ezelden ebede kadar kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Dua, ibadettir, dua; ibadetin özüdür. Dua; acizliğimizin farkında olup “kadir” olandan yardım istemektir.  Duanın işlevsel olması için, kavli dua ederken fiili dua ıskalanmamalı, Allah’ın koyduğu kanunlara (sünnetullah) uyulmalıdır,  sözlü olarak Allah’tan istenilen şeyin zemini oluşturulmalı, ön koşulları mutlaka yerine getirilmelidir. Aksi halde sözlü duadan sonuç beklemek beyhude olur.

 

14 Ekim 2023 Cumartesi

Göz Hakkı mı, Kul Hakkı mı?

 

Türk Dil Kurumuna göre “Göz Hakkı”; “görülüp de imrenilecek yiyeceklerden, görenlere verilen pay” olarak tanımlanmıştır.

Geleneklerimizde özellikle yol kenarlarında bulunan ve yoldan geçenlerin gördüğü meyvelerden yemenin hakkımız (göz hakkı) olduğuna dair oldukça yaygınlaşmış bir yanlış inanış/uygulama vardır. Ülkemizde bazı marketler de zaman zaman marketin bir köşesinde,  çocuklar için ücretsiz göz hakkı reyonu oluşturmuşlar, çocuklara ücretsiz meyve ikramında bulunmaktadırlar.

(https://www.trthaber.com/haber/yasam/cocuklara-goz-hakki-meyve-reyonu-584566.html)

Yolda yürürken, yol kenarındaki bir arazide bulunan meyveleri, canımızın çekmesi iddiasıyla  sahibinden izinsiz yiyebilir miyiz? Göz hakkını meşru görenlere göre evet. Hâlbuki ne din ne de hukuk sistemi kişilere başkasının ağacından ücretsiz meyve yeme hakkı vermemektedir.

İslam’da zengin kişinin malını ihtiyacı olan bir başkası ile paylaşması erdemli bir davranış olarak nitelendirilmiş, zekât ve sadaka vb. kurumlar aracılığıyla yoksullara yardım edilmesi, malların yoksul insanlarla paylaşması teşvik edilmiştir.

Bu nedenle mâlikin, sahibi olduğu yiyecek içeceklerden çocuklara, hatta yetişkin insanlara ikram etmesi, ahlaken ve dinen çok güzel, erdemli bir davranıştır. Ama bu tek taraflı, sadece mâlik tarafından yapılabilecek bir tasarruftur. Mâlikin, rızası, bilgisi, onayı olmaksızın göz hakkı ya da başka adlarla başkasına ait bir maldan az da olsa almak/yemek hem dinen hem hukuken hırsızlıktır, haramdır, cezai müeyyide gerektirir.  Göz hakkının meşru olarak görülmesi, mantıken de çok sıkıntılıdır. Zira neredeki, hangi ürünlerden, ne kadar, kaç defa yenilebilir? Bir ölçüsü bir hesabı yoktur, bir sınırı belirlenmemiştir. Bu durum toplumda kaosun oluşmasına, kavgalara, düşmanlıklara neden olur. Satıp geçimini temin edeceği, bahçesinde bulunan meyvesinin, sebzesinin “göz hakkı” mantığıyla tamamen alındığını (çalındığını) gören birey ne düşünür? Bazı marketlerin iyi niyetle oluşturdukları  “göz hakkı” meyve reyonlarının ismi göz hakkı reyonu yerine “çocuklara ikram reyonu” olarak değiştirilmesi faydalı olacaktır. Zira göz hakkı reyonundan ücretini ödemeden meyve alan çocuk zamanla bunu müktesep hak olarak görebilir ve meyve/yiyecek/içecek bulunan her yerde bunu bekleyebilir, deneyebilir.

Rivayete göre, Kanuni Sultan Süleyman çıktığı seferlerin birinde bir asker bağdan geçerken gördüğü üzümleri canı çekmiş, bir salkım üzüm almıştır. Karşılığında ise dala bir para kesesi asmıştır. Ordunun mola verdiği bir sırada bir köylü padişahı ısrarla görmek istemiş, Kanuni’nin huzurunda köylü, asma dalında bir para kesesi bulduğunu içini açınca koparılan üzümün parasını bulduğunu söylemiştir. Ayrıca köylü, Kanuni’nin ordusunda bu kadar erdemli bir askere sahip olduğu için tebrik etmek istediğini ifade etmiştir. Kanuni’nin bu işin faili askerin bulunmasını emretmesi üzerine huzura getirilen askere parası verilmiş olsa bile; Kanuni, sahibinden habersiz mal almanın uygun olmadığını söyleyerek askeri azarlamış ve ordudan uzaklaştırılmasını emretmiştir. Askerin mükâfatlandırılmasını bekleyen köylü ise şaşkınlıkla askerin neden cezalandırıldığını sorunca Kanuni, haram lokma yiyen bir askerle zafer kazanılmayacağını, üzümün bedelini dala bırakmasaydı canını zor kurtaracağını ifade etmiştir.

Türk Ceza Kanununun 141. maddesinde, “Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verileceği” hükme bağlanmıştır.  Komşunun bahçesinden birkaç  meyve alınıp yenilmesi, mâlikin rızası yok ise hırsızlık suçunu oluşturacağında şüphe yoktur, hukuken suçtur,  dinen haramdır.

 Burada hem dinen hem de hukuken sorumluluğu düşürecek tek olgu mâlikin rızasıdır. Aksi halde göz hakkı, “kul hakkı” na dönüşür, haram yenilmiş olur.

Sonuç olarak yetişkinler çocuklarını iyi eğitmeli, izni olmaksızın başkasının en küçük malının dahi alınamayacağını bunun hukuken suç, dinen de haram olduğunu anlatmalı, öğretmelidirler. Bu konuda özellikle ebeveynlerin ve öğretmenlerin büyük sorumlulukları olduğu unutulmamalıdır. 

9 Ağustos 2023 Çarşamba

65 Yaş Üstü Vatandaşlara Sağlanan Ücretsiz Toplu Ulaşım Hizmeti Hak mı? Haksızlık Mı?

 


12 Temmuz 2013 tarihinde 6495 sayılı Kanunla 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunda yapılan değişiklikle, şehit yakınları, gazilere, gazi yakınlarına, başarılı sporculara, engel oranı %40 ve üzerinde olan engelli bireylere ve ağır engelli olan bireylerin birlikte yolculuk ettikleri en fazla bir refakatçisine demiryolları ve denizyollarının şehir içi ve şehirlerarası hatlarından, belediyelere, belediyeler tarafından kurulan şirketlere, birlik, müessese ve işletmelere veya belediyeler tarafından yetki verilen özel şahıs ya da şirketlere ait şehir içi toplu taşıma hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma hakkı; 65 yaşın üstündeki vatandaşlara demiryolları ve denizyollarının şehir içi hatları ile yukarıda sayılan şehir içi toplu taşıma hizmetlerinden ücretsiz olarak, demiryolları ve denizyollarının şehirlerarası hatlarından ise % 50 indirimli olarak yararlanma hakkı getirilmiştir. (4736 sayılı Kamu Kurum Ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal Ve Hizmet Tarifeleri İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun  (Ek fıkra: 12/7/2013-6495/88 md.) 

 

2013 yılında yapılan bu mevzuat değişikliği sonucu ülke genelinde hiçbir istisnası olmaksızın 65 yaşını doldurmuş her Türk vatandaşı, belediyelerin sağladığı toplu seyahat hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanmaya başladılar. Zaman zaman tartışmalara neden olsa da uygulama 10 yıldır devam etmektedir.  Tartışmalarda, ücretsiz seyahat hakkı uygulaması nedeniyle özellikle pik saatlerde otobüslerin çok dolu olduğu bu nedenle işe gidecek kişilerin, okula gidecek öğrencilerin otobüslere binemedikleri öne sürülmektedir. Hiçbir (maddi durum) istisnası olmadan 65 yaşını dolduran tüm vatandaşlara, zaman kısıtlaması da olmaksızın (günün her saatinde ) ücretsiz seyahat hakkının makul olduğu söylenemez. “Bedava” ya da “ ücretsiz” demek, belli bir maliyeti olan kullandığınız ürün veya hizmetin maliyetinin başkaları tarafından karşılandığı anlamına gelir. Belediyeler ulaşım hizmetini sunarken hizmetin devamı için maliyetleri kurtarmak üzere biniş ücretleri tespit ederler. Otobüslere ne kadar fazla ücretsiz biniş yapılırsa ücretli binenlerin birim biniş ücretleri oransal olarak artar. Örneğin şu anda ortalama biniş ücreti 15 lira ise,65 yaş üstü vatandaşların ücretsiz biniş hakkı olmasa bu rakam 10-11 lira seviyelerinde olabilirdi. Yani 65 yaş üstü vatandaşların toplu ulaşım seyahat ücretleri, aynı hizmetten yararlanan o bölgedeki diğer vatandaşlar tarafından karşılanmaktadır.  En kötüsü de  o yöredeki öğrenciler, asgari ücretle çalışmak için işe gidenler, işi olmayıp iş aramak için Belediye toplu ulaşım araçlarını kullanan işsizler de  (en azından bir kısmı zengin mal, mülk sahibi) 65 yaş üstü  kişilerin ücretsiz binişlerine  sponsorluk yapmaktadırlar. Bu makul olmayan, kamu vicdanını sızlatan popülist uygulama böyle gitmez, gitmemelidir.

 

Neler Yapılabilir;

1.Mevzuatımızdaki Türk vatandaşı olan altmış beş yaş ve üzeri kişilerin belediyelerce yürütülen toplu taşıma hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanabilmesi düzenlemesine istisna getirilebilir, ücretsiz uygulama, maddi durumu iyi olmayan, malı mülkü olmayan vatandaşlarla sınırlandırılabilir. Hatta bu tür ihtiyaç sahibi vatandaşlara 65 yaşından önce de bu haklar verilebilir. Bu haliyle maddi durumu iyi olan 65 yaş üstü vatandaşlar da bir nevi zulüm görüyorlar şöyleki; ücretini ödeyerek dolmuşa binip oturarak rahat rahat gidebilecekleri yere, “ücretsiz binme” psikolojisi ile otobüslerle gidiyorlar, oturacak yer bulamadıklarında bazen gençlerden yer istiyorlar bazen de  bir saat gibi uzun yolculukları  bile ayakta zorlanarak  yaparak adeta kendilerine zulmediyorlar.

 

2. Bazı 65 yaş üstü kişilerin bir kısmı  maalesef bu hakkı istismar etmekte,  “nasıl olsa ücretsiz “ mantığıyla otobüslerle market market, pazar pazar dolaşmakta adeta seyahat ederek vakit geçirmektedirler. Bunun önüne geçmek için ücretsiz binişe (günde 4, ayda 100 biniş vb. gibi) sınır getirilebilir.

 

3.Pik saatler denilen sabah işe gidiş ve akşamüzeri işten dönüş saatlerinde ücretsiz ulaşım hakkı kısıtlanabilir.

 

 Sonuç 

Şüphesiz, her toplum yaşlı insanına sahip çıkmak zorundadır. Bu sadece Devletin değil, toplumun da görevidir. Bu çerçeveden baktığımızda; ihtiyaç sahibi 65 yaş  üzeri vatandaşların belediyelerce yürütülen toplu taşıma hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanabilmesi uygun olabilir. Ancak bu konuda istisna getirilmeyip (zenginler de dahil) tüm vatandaşlara bu hak verildiğinde, her biniş için 15 lira ödeyen işsiz, asgari ücretli çalışan, ve hiç geliri olmayan milyonlarca öğrenci bu işe rıza göstermez/göstermiyor. Bu işi kamu vicdanını sızlatmadan yukarıda sunulan öneriler doğrultusunda uygulamanın yolları aranmalı, bulunmalıdır.

 

17 Temmuz 2023 Pazartesi

Milli Eğitimde Yönetici Görevlendirmeleri Üzerine Bazı Tavsiyeler

 


2019 verilerine göre ülkemizde;

“Örgün eğitimde, 54 bin 36'sı resmi , 12 bin 809'u özel okul, 4'ü açık öğretim okulu olmak üzere toplam 66 bin 849 okul bulunuyor.

Türkiye'de okul öncesi eğitim, ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde, toplam 18 milyon  öğrenci örgün eğitim alıyor.

Örgün eğitim kurumlarında görev yapan öğretmen sayısı 2018-2019 eğitim öğretim yılında 1 milyon 77 bin 307 oldu.” (https://www.ntv.com.tr/egitim/meb-egitim-ogretim-istatistiklerini-acikladi,lShpxzBaC0mdXGSjqiOppg)

Cumhuriyet öncesi yöneticilerimizden Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin (1859-1914) : “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim”  sözü bu kadar devasa bir teşkilatı yönetmenin ne denli zor olduğunu özetler niteliktedir.   (https://www.evrensel.net/haber/57109/su-mektepler-olmasaydi-maarifi-ne-guzel-idare-ederdim)

Eğitim sistemimizde Cumhuriyet öncesi dönemde başlayan arayışlar/ tartışmalar  günümüzde de istikrara kavuşmamış, öğretmen yetiştirmeden, okullara idareci atamalarına, liselere öğrenci yerleştirmeden, mesleki ve akademik liselerin oranlarına kadar birçok konu hala tartışılmakta, sık sık yöntemler değiştirilerek “en doğru sisteme -istikrara” ulaşılmaya çalışılmaktadır.

1. Müdür Yardımcılığı görevlendirmelerinde “ Adaylık hariç, en az beş yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şartı getirilmesi faydalı olacaktır.

Yönetim kademelerindeki dikey geçişlerde, makul çalışma şartı/tecrübe, iyi yöneticiliğin olmazsa olmaz şartıdır.  Mevzuatta bunun sağlanabildiği söylenemez. Müdür yardımcısı için görevlendirileceklerde;  “ Adaylık dâhil en az iki yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şartı aranmaktadır ki bu durum adaylıktan sonra bir yıllık öğretmenlik tecrübesine sahip bir öğretmenin, henüz öğretmenlikte yeterince deneyim kazanmadan müdür yardımcısı olarak görevlendirilmesi manasına gelir. Diğer mesleklerde olduğu gibi öğretmenlikte de tecrübe önemlidir. Tabir yerinde ise “öğretmenlik yapa yapa öğretmenlik öğrenilir”.  Henüz öğretmenlikte yeterince tecrübe kazanmamış (pişmemiş) birisinin idarecilikte başarılı olması beklenemez. Bu tür deneyimsiz müdür yardımcılarının, empati kuramadığı, öğretmenlere tepeden baktığı, öğretmenlere “amirlik” taslayarak egosunu tatmin ettiği, okullarda birçok huzursuzluğa sebep oldukları müşahede edilmektedir.  Bütün bu olumsuzlukların yaşanmaması için yönetici görevlendirme yönetmeliğinde müdür yardımcısı olarak görevlendirileceklerde aranan şartlarda yer alan “ Adaylık dâhil en az iki yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şartının ““ Adaylık hariç, en az beş yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şeklinde değiştirilmesi faydalı olacaktır.

2.Okul Müdürü olarak görevlendirmelerinde,“Kurucu müdür, müdür başyardımcısı, müdür yardımcısı ve müdür yetkili öğretmen olarak ayrı ayrı veya toplam en az beş yıl görev yapmış olmak.” şartı getirilmelidir.

Mevzuatımızda, müdür olarak görevlendirileceklerde de “Kurucu müdür, müdür başyardımcısı, müdür yardımcısı ve müdür yetkili öğretmen olarak ayrı ayrı veya toplam en az bir yıl görev yapmış olmak.” şartı getirilmiştir. Ancak henüz bir yıl müdür yardımcılığı tecrübesine sahip bir idarecinin müdür olabilmek için yeterli deneyime sahip olabilmesi mümkün değildir. Bu yönetmeliğe göre adaylık dâhil 3 yıllık bir kıdeme (iki yıl öğretmenlik+ bir yıl müdür yardımcılığı) sahip bir öğretmen, bir okula müdür olabilmektedir. Müdür yardımcılığı için zikredilen endişeler burada da geçerlidir. Ayrıca ve ilaveten henüz  yeterli idari deneyime sahip olmayan, bir yıl idari deneyimle müdür olan bazı okul müdürlerinin  sıradan resmi yazışmaları bile beceremedikleri, mevzuatı okuyup doğru anlayamadıkları için yanlış uygulamalar yaptıkları, okullarında huzur ortamı oluşturamadıkları bilinen durumlardır. Bu nedenlerle yönetmeliğin mezkûr maddesi “Kurucu müdür, müdür başyardımcısı, müdür yardımcısı ve müdür yetkili öğretmen olarak ayrı ayrı veya toplam en az beş yıl görev yapmış olmak.” şeklinde değiştirilmesi behemehâl faydalı olacaktır.

3.Şube Müdürlüğü kadrolarına atanabilmek için en az 5 yıl okul müdürlüğü yapmış olmak şartı getirilmelidir.

Eğitim yöneticiliğinde yılan hikâyesine dönen bir başka konu da şube müdürlüğüdür.

Meb görevde yükselme yönetmeliğine göre 4 yıl kıdemi olan her öğretmen şube müdürlüğü sınavına girebilir ve ilçesindeki yüzlerce okul müdürüne liderlik/rehberlik yapmak üzere şube müdürü olarak atanabilir. (https://www.memurlar.net/haber/721394/meb-gorevde-yukselme-yonetmeliginde-degisiklik.html)

 Hayatında bir gün bile okul idaresinde bulunmamış, bir resmi yazı yazmamış, bir defa bile öğretmenler kuruluna başkanlık etmemiş, ilçe müdürler kuruluna katılmamış… vb. bir öğretmenin başarılı bir şube müdürü olması ihtimali oldukça düşüktür.  İlgili yönetmelikteki bu madde de acilen, “şube müdürlüğüne atanabilmek için en az beş yıl okul müdürlüğü yapmış olmak” şeklinde değiştirilmelidir.

Ayrıca aynı madde de şube müdürlüğüne atanma şartlarında yer alan ve eğitimle direk ilişkisi bulunmayan

“3) ……….  Mimar, mühendis, biyolog, psikolog, istatistikçi, çözümleyici, programcı, araştırmacı, tekniker, şef veya sayman kadrosunda üç yıl görev yapmış olmak." maddesine göre, pedagojik formasyonu bulunmayan, eğitimin tanımını bile doğru yapamayacak mühendisin, biyoloğun, istatikçinin…. vb. şube müdürü olma imkanı verilmemelidir.

Yeterli bir süre çıraklık-kalfalık yapmayan bir kişinin iyi bir usta olduğu görülmüş şey midir? Yönetim kademelerindeki dikey geçişlerde, yeterli/makul çalışma şartı/tecrübe, yöneticiliğin olmazsa olmaz şartı olmalıdır. Tabiri caizse, yönetici adayı her kademede pişe pişe  bir üst kademeye çıkmalıdır. Bu durum hem empatiyi hem de görev yapacağı kademedeki yetkinliği sağlar. Böyle bir yönetici gücünü koltuğundan değil, tecrübesinden, bilgisinden, birikiminden, başarısından alır. Başarılı bir eğitim yöneticisi de eğitimdeki kaliteyi yükseltir.

 

4.Okul müdürü ve müdür yardımcıları adaylarına ek puan getiren mevcut “Yönetici Değerlendirme Formu” tekrar gözden geçirilmeli, yönetici adayının kişisel niteliği ve başarısı dışındaki puan getirici ölçütler formdan çıkartılmalıdır.

 

Mevcut “Yönetici değerlendirme formu”nda,  doğrudan yönetici adayın niteliği ve çalışmasını belgeleyen nesnel bir değerlendirmenin yapılabildiği, Eğitimler, Hizmet Süreleri, Akademik ve Mesleki Deneyim, Başarı Farklılıklarını Azaltma başlıklarının yanında, Müdür ve müdür yardımcısının kişisel birikim ve katkısından ziyade kurumun öğrenci ve öğretmen sayıları ile öğretmen ve öğrencilerin kişisel çalışma ve becerilerine dayalı olan, Kurumsal yenilik çalışmaları, proje çalışmaları ve Öğrenci başarıları başlıkları altında değerlendirme ölçütleri ve puanları yer almaktadır. Bu başlıkların detaylarına bakıldığında (Yöneticisi olduğu eğitim kurumunda ulusal düzeyde düzenlenen bilgi/beceri/spor/sanat/proje vb. yarışmalarda birinci/ikinci/üçüncü olan öğrenci bulunmak, Yöneticisi olduğu eğitim kurumunun öğretmen veya öğrencileri Türk Patent ve Marka Kurumundan faydalı model tescili alanlar, Yöneticisi olduğu eğitim kurumunda yürütülen ve sonuçlandırılan uluslararası proje bulunmak, Yürütülen ulusal projelerden sonuçlandırılanlarda danışman olarak görev almış olmak) vb.  gibi yönetici adayına ek puan getiren bu ölçütler tekrar gözden geçirilmeli, yönetici adayı, genel olarak öğrenci ve öğretmen sayısı fazla olan merkezi okullarda çalışan idarecilere pozitif ayırım sağlayan, okul öğrencilerinin sportif ve sanatsal başarılarından ya da ilgili  bir öğretmenin hazırladığı bir projeden ek  puan almamalıdır.

5.Yeniden görevlendirmelerde alt görevler de tercih edilebilmelidir.

Görevlendirildiği okulda 4 veya 8 yıllık çalışma süresini tamamlayan müdür ve müdür/baş/ yardımcıları aynı ünvanla boş eğitim kurumlarını tercih edebilmektedir. Yani müdür,  müdürlük tercihi, müdür yardımcısı da müdür yardımcılığı tercihinde bulunabilmektedir. Halbuki bir okul müdürü yeniden görevlendirme sürecinde, özel durumları ve kişisel sebepleri vb. nedenlerle arzu etmesi halinde sadece müdürlük değil idari olarak bir alt görev olan müdür yardımcılığını tercih edememesinin mantıklı bir  izahı yoktur, yapabilmelidir. Aynı şekilde Şube Müdürlerine  de tercih etmeleri halinde okul idareciliklerine başvuru hakkı tanınmalıdır.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

EĞİTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ

 


Eğitimde fırsat eşitliği, her bireyin doğuştan getirdiği özellikleri (cinsiyet, ırk, ekonomik durum, coğrafi konum vb.) nedeniyle dezavantajlı duruma düşmeden, eğitim imkânlarından eşit şekilde yararlanabilmesini ifade eder. Bu nedenle, eğitimde fırsat eşitliği, toplumsal adalet açısından son derece önemlidir.

Fırsat eşitliği, bireylerin eğitim hayatları boyunca karşılaşabilecekleri her türlü engeli ortadan kaldırmayı ve herkesin aynı koşullarda eğitim almasını sağlamayı amaçlar. Bu doğrultuda, eğitim sisteminin her seviyesinde, herkesin eşit şekilde erişebileceği imkânlar sunulması gerekmektedir. Bu imkânlar, öğrencilerin okullara kayıt sürecinden, eğitim materyallerine, öğretmenlere, laboratuvarlara ve kütüphanelere kadar her şeyi kapsamalıdır.

Fırsat eşitliğinin sağlanması için, devletin eğitime yeterli kaynak ayırması ve bu kaynakları adil bir şekilde dağıtması gerekmektedir. Ayrıca, okullar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmak için, öğretmenlerin ve diğer eğitim personelinin niteliklerinin geliştirilmesi, okulların fiziksel altyapılarının iyileştirilmesi, öğrencilere eğitim destek programlarının sunulması gibi önlemler alınmalıdır.

Eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, bir ülkenin gelişmesi için son derece önemlidir. Eğitimli bir nesil, toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan gelişmesine katkı sağlayacak ve ülkenin kalkınmasına yardımcı olacaktır.

Ayrıca eğitimde fırsat eşitliği, toplumda adaleti sağlayarak sosyal barışın da korunmasına yardımcı olur. Eğitim fırsatlarına erişimi sınırlı olan veya hiç erişemeyen bireylerin, toplumsal ve ekonomik açıdan dezavantajlı bir konuma düşmesi muhtemeldir. Bu durum ise toplumsal huzursuzluğa ve ayrımcılığa neden olabilir.

Eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, her bireyin potansiyelini en üst seviyede kullanabilmesine olanak tanır. Böylece toplumda bilgi, beceri ve deneyim açısından zengin bir nesil yetiştirilmesi mümkün olur. Bu da ülkenin rekabet gücünü arttırır ve ekonomik gelişimine katkı sağlar.

Ülkemizdeki Durum;

Türkiye'de eğitimde fırsat eşitliği sağlanmış mıdır sorusu, çok yönlü bir tartışmaya neden olabilecek bir konudur. Türkiye'nin coğrafi, kültürel ve sosyoekonomik açıdan çeşitlilik gösteren bir ülke olması, eğitimde fırsat eşitliği konusunda bazı zorluklarla karşılaşmasına neden olabilir.

Türkiye'de eğitim sistemi, zorunlu eğitim kapsamında, tüm vatandaşların eğitim alma hakkını garanti altına almaktadır. Bununla birlikte, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması için farklı faktörler göz önünde bulundurulması gerekmektedir.

Bir yandan, Türkiye'deki okulların coğrafi yerleşimleri, öğrencilerin eğitim olanaklarına erişimini etkileyebilir. Örneğin, kırsal bölgelerdeki okulların şehirlerdeki okullara göre daha az kaynaklara sahip olması, öğrencilerin eğitimde fırsat eşitliği konusunda dezavantajlı hale gelmesine neden olabilir.

Sonuç olarak, Türkiye'de eğitimde fırsat eşitliği konusu çok yönlü bir konudur. Türkiye'nin farklı coğrafi, kültürel ve sosyoekonomik şartları, eğitimde fırsat eşitliği konusunda bazı zorluklar yaratabilir. Ancak, devletin sunduğu 12 yıllık zorunlu eğitim hakkı, pansiyon, yurt, üniversite öğrencilerine sağlanan kredi, burs imkânları öğrencilere eğitimde fırsat eşitliği sağlamak için bir temel oluşturmaktadır. Yani devlet, kırsal kesimde ikamet eden görece dezavantajlı aile çocukları için yatılı (pansiyonlu) okullar, kredi yurtlar kurumu yurtlarında konaklama imkânları, ortaokul, lise ve üniversitede kredi imkânları ile fırsat eşitliği konusunda önemli adımlar atılmaktadır,

Sonuç olarak, eğitimde fırsat eşitliği, bir ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmasının temel taşlarından biridir. Bu nedenle, eğitim sisteminin her seviyesinde, her bireye eşit fırsatlar sunulması için gerekli adımların atılması gerekmektedir. Bu adımlar, devletin politikaları, okulların yönetimi, öğretmenlerin ve diğer eğitim personelinin nitelikleri, ailelerin desteği ve toplumun genel bilincinin artırılması gibi çeşitli faktörleri kapsamalıdır.

Eğitimde fırsat eşitliği, her bireyin doğuştan getirdiği özellikler nedeniyle ayrımcılığa uğramadan, eşit şartlarda eğitim alabilmesini sağlamayı hedefler. Bu, toplumda sosyal adaletin sağlanması açısından son derece önemlidir. Eğitimde fırsat eşitliği, bireylerin potansiyelini en üst düzeyde kullanabilmesine imkân tanır, toplumda bilgi, beceri ve deneyim açısından zengin bir nesil yetiştirilmesini mümkün kılar ve ülkenin sosyal, ekonomik ve kültürel kalkınmasına katkı sağlar.

İSLAM VE İSRAF

 


İslam dininde israf, mal ve kaynakları gereksiz yere harcamak veya savurganlık yapmak anlamına gelir. İsraf, haramdır, İslam’ın temel prensiplerinden biri olan savurganlıktan kaçınma ilkesine aykırıdır. İslam’da israfın yanı sıra tüketim alışkanlıklarının dengeli olması da önemli bir prensiptir. Müslümanlar, maddi kaynakları ihtiyaçları doğrultusunda kullanırken, lüks ve aşırı tüketimden kaçınmaları öğütlenir. Sade ve mütevazı bir hayat tarzı teşvik edilir. İslam dininde israf, genel olarak hoş görülmeyen bir davranış olarak kabul edilir. İslam, kaynakların verimli bir şekilde kullanılmasını teşvik eder ve savurganlık veya aşırı tüketimden kaçınılmasını öğütler.

Kur'an'da israf konusuyla ilgili birçok ayet bulunmaktadır. Örneğin, Kur'an'da "Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'raf Suresi, 7:31) şeklinde bir ayet mevcuttur. Bu ayet, yiyecek ve içecek gibi nimetlerin tüketilmesini teşvik ederken, bunların israf edilmemesi gerektiğini vurgular. İslam’da, insanların mal ve kaynakları israf etmek yerine onları tasarruflu bir şekilde kullanmaları ve paylaşmaları teşvik edilir.

İslam dininde israf konusuyla ilgili olarak pek çok hadis rivayet edilmiştir;

"Allah'ın rızası, kullarının ziyadece harcamalarından daha çok, tasarruf etmelerindedir." (Tirmizi)

"Sakın müsrif olmayın. Çünkü müsriflik, kardeşlikten ayrılma ve nimetin bereketini kesme sebeplerindendir." (Buhari)

"Abdest alırken suyu israf etmek, aşırılık ve savurganlık olur." (Ebû Dâvud)

"Ashabımdan birisi abdest alırken suyu israf etse, o kimse kötü bir işlem yapmış olur." (Tirmizi)

Bu hadisler, israf konusunda Müslümanlara öğütler verirken, kaynakları verimli kullanmayı, tasarruf etmeyi ve adil bir şekilde paylaşmayı teşvik etmektedir. İslam dini, israfın zararlarını ve tasarrufun önemini vurgulayarak toplumsal refah ve adalete katkıda bulunmayı hedefler.

İsraf kavramı sadece maddi kaynaklarla sınırlı değildir. İslam, zaman, su, enerji vb. diğer kaynakların da israf edilmemesi gerektiğini öğütler. Müslümanlar, bu kaynakları verimli bir şekilde kullanmaya teşvik edilirler.

Kamu kaynaklarındaki israf sadece israf edeni bağlamaz, kamu israfı aynı zamanda tüm milletin hakkına girmektir ve bu yönüyle kul hakkı ihlali olarak da değerlendirilebilir.  Hemen bütün kamu kurumlarında maalesef israfa yeterince dikkat edilmemektedir. Kaloriferle ısıtılan kamu binalarında kaloriferler yanarken bir yandan da elektrikli ısıtıcıların, klimaların çalıştırılması, gün ışığının yeterli olduğu zamanlarda da aydınlatma lambalarının yakılması, ekonomik ömrünü henüz tamamlamamış kullanılabilir durumdaki demirbaş eşyaların atılarak yenilerinin alınması, lavabo ve tuvaletlerde sürekli su akıtan musluklar kamudaki başlıca israflar olarak tanımlanabilir. Bu tür israfın uygulandığı kamu kurumlarının yöneticileri başta olmak üzere tüm çalışanları da yetkileri ölçüsünde bu israftan sorumludurlar.

Vaazlarda, hutbelerde israfın haram olduğu ve kaçınılması gerektiği anlatılan camilerimizde de israflar görülmektedir maalesef. Uzmanlarınca yeterince istişare ve planlama yapılmadan aceleyle yapılan/yaptırılan ve kısa süre sonra yenisiyle değiştirilen tadilatlar, sadelikten uzak lüks ve gösterişe dayalı uygulamalar, aşırı enerji tüketimi gerektiren avizeli aydınlatmalar, henüz kullanım ömrünü tamamlamayan demirbaşların (halıların )değişimi vb. gibi uygulamalar israftır dini ve vicdani sorumluluğu vardır. Diğer kurumların çalışanlarından en azından bir kısmında “israf:haram” inancı olmayabilir ve daha rahat israf yapılabilir, ancak camideki israfın hiçbir gerekçesi olamaz, olmamalıdır. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığımız görevi gereği halkımızı dinimizce haram kılınan diğer konularda olduğu gibi  israf konusunda da sürekli uyarıp aydınlatırken, “sıfır israf” sloganı ile kendi kurumlarında da bunun uygulamasını titizlikle yerine getirmeli,  diğer kurumlara örnek olmalıdır

Sonuç olarak, İslam dininde israf haramdır, büyük günahtır. Kamudaki israf ise tüm milletin kul hakkına girmektir. “Kul hakkı”, Allah’ın affetmeyeceği istisnai bir günahtır. Dinimizde kaynakların tasarruflu bir şekilde kullanımı teşvik edilir. İnsanların mal ve kaynakları israf etmek yerine paylaşmaları, çevreye ve geleceğimize karşı sorumlu davranmaları önemlidir. Her Müslüman öncelikle bireysel harcamalarında israftan sorumludur, kaçınmalıdır. Kamu çalışanları ise bireysel harcamalarının yanında kamu adına yaptıkları harcamalarının da her kuruşundan sorumlu olduklarını, kamu adına yaptıkları harcamalarının da hesabını vereceklerini ve kul hakkına girmemek için dini ve vicdani sorumluluklarını titizlikle yerine getirmeleri gerektiğini unutmamalıdırlar.

29 Mart 2023 Çarşamba

Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a

 


11 Haziran 1868 tarihinde "Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti" adıyla kurulan Kızılay;
1877'de "Osmanlı Hilali Ahmer Cemiyeti",
1923'de "Türkiye Hilal-i ahmer Cemiyeti",
1935'te "Türkiye Kızılay Cemiyeti" ve
1947'de "Türkiye Kızılay Derneği" adını almıştır.

Kızılay, 1876 Osmanlı- Rus Savaşı'ndan 1974 Kıbrıs Barış Harekatı'na kadar geçen süre içinde, Türkiye'nin taraf olduğu tüm savaşlarda, cephe gerisinde kurduğu seyyar ve sabit hastaneler,hasta taşıma servisleri,donattığı hastane gemileri, yetiştirdiği hemşireler ve gönüllü hasta bakıcılar aracılığıyla savaş alanında yaralanan ya da hastalanan on binlerce Mehmetçik'in dost ve düşman askerinin bakım ve tedavisine yardımcı olmuş, Türk olsun düşman olsun savaş esirlerine gereken insancıl yardımları yapmış; savaştan etkilenen sivil halkın bakımı ve korunması için çaba göstermiş; 1. Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul'da görülen büyük kolera salgınından bu yana yurdumuzda ortaya çıkan doğal afetlerde felaketzedelerin bakımını, barınağı ve beslenmelerini sağlamış, uluslararası yardım faaliyetlerine katılmış; hemşirelik eğitimi, ilkyardım ve kanla ilgili hizmetler alanında öncülük yapmış, korunmaya gereksinen pek çok vatandaşımıza gereken sosyal yardım ve hizmetleri sunmuştur.

Kızılay'ın amacı, her nerede görülür ise, hiçbir ayrım yapmaksızın insanın acısını önlemeye veya hafifletmeye çalışmak, insanın hayatını ve sağlığını korumak, onun kişiliğine saygı gösterilmesini sağlamak ve insanlar arasındaki karşılıklı anlayışı, dostluğu saygıyı, işbirliğini ve sürekli barışı getirmeye uğraşmaktır. Kızılay ihtiyaç anında dayanışmanın, ıstırap anında eşitliğin, savaşın en kızgın anında insancıllığın, tarafsızlığın ve barışın simgesidir.

Kızılay, tüzel kişiliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tâbi, kâr amacı gütmeyen, yardım ve hizmetleri karşılıksız olan ve kamu yararına çalışan bir gönüllü sosyal hizmet kuruluşudur. (
https://www.kizilay.org.tr/kurumsal/tarihcemiz)


Tarihçesinden de anlaşıldığı gibi Kızılay günümüzden 155 yıl önce (19.yüzyılda) kurulmuş bir yardım kuruluşudur. Görevi afetlerde ve diğer ihtiyaç olan zamanlarda mağdur insanlara karşılıksız olarak yardım etmektir. Mağdurlara beslenme,barınma (çadır, koyteyner), sağlık hizmeti, kan ihtiyaçlarını temin etme (ülkemizin kan ihtiyacının %90’nını Kızılay karşılamaktadır) vb. hizmetler sunar. Bunların yanında, afet yönetimi, uluslar arası yardımlar, sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, ilk yardım hizmetleri, göç ve mülteci hizmetleri de  Kızılay’ın faaliyetleri arasında yer alır.

 Bu kadar yardım yapan ve devletten ödenek almayan bir kuruluşun gelire de ihtiyacı olacağı kuşkusuzdur. Kızılay’ın en büyük gelir kaynağı bağışlardır. Öğrencilik yıllarımızda okullarda dağıtılan “Kızılay Bağış Zarfları”nı hepimiz hatırlarız. Okullara dağıtılan bağış zarflarıyla küçük küçük bağışlar toplanmaya çalışılırdı.

Son yıllarda Kızılay da daha profesyonel bir işletmecilik anlayışının hakim olduğu görülmektedir. Ülke nüfusu 85 milyonlara dayanmış, ihtiyaçlar ve faaliyetler  artmış, yapılacak yardımların kaliteleri,nitelikleri oldukça değişmiştir.Bunun için de  gelirin artırılması kaçınılmazdır. Bu kadar devasa hizmetlerin okullardan toplanan cüzi bağışlarla karşılanamayacağı ortadadır.

Kızılay hizmetlerinin aksamadan yürütülebilmesi için gelir elde etmek maksadıyla derneğe bağlı olarak şirket statüsünde ilk önce  “Kızılay Maden suyu işletmeleri” daha sonra da hem derneğe gelir, hem de afetlerde ihtiyaç duyulan çadırların üretimi için   “Kızılay çadır-Tekstil” işletmeleri kurulmuştur.

Kızılay çadır işletmesi Kızılay’ın ve yurt içi/yut dışı diğer kuruluşların kendisine sipariş ettiği çadırları üretip ücret karşılığında satmaktadır.  Kızılay bir yere çadır yardımı yapacağı zaman bu şirketten çadır satın almakta ve çadırları karşılıksız olarak ihtiyaç sahiplerine vermektedir

Yüzyılı deprem afetinde Kızılay ve diğer yardım kuruluşlarının yanında Ahbap Derneği de sahada olmuş,mağdurların ihtiyacını karşılamak üzere, kuruluş amacı doğrultusunda topladığı  bağışlarla  “Kızılay Çadır” dan çadır satın alarak ihtiyaç sahiplerinin hizmetine sunmuştur. Kızılay çadır da elde ettiği gelirle çadır imalatı için gerekli ham mamul satın alarak afetlerde kullanılmak üzere daha çok çadır üretmeye devam edecektir. Burada “Kızılay çadır sattı” şeklinde kopartılmaya çalışılan suni fırtına art niyetten değilse büyük bir cehalet eseri olduğu ortadadır.

Afetlerde insanlarımıza yardım etmek maksadıyla kurulmuş bir gönüllü dernek olan Kızılay’ı, bu tür yalan- yanlış bilgilerle yıpratmak yerine varsa yanlışlıklarını yapıcı bir şekilde dillendirerek Kızılay’ımızın daha da güçlenmesini,büyümesini refiklerinin (yeni Kızılayların) kurulmasını sağlamalıyız. Halen ülkemizin kan ihtiyacının %90’nını karşılayan Kızılay’ı (https://www.kanver.org/EKutuphane/sss) “ Kızılay’a Kan Verme” sloganları ile yıprattığımızda,  ve yeterli kan toplayamaz hale getirdiğimizde kan ihtiyacı karşılanamayan onbinlerce hastanın vebali kimin olur? Hatta bu yıpratma faaliyetlerine bilerek ya da bilmeyerek alet olanlar, olası kan ihtiyaçları oluştuğunda nereden kan bulacaklarını hiç düşündüler mi acaba? Fabrikalarda kan üretilmediğini, halen kan ihtiyacının tek kaynağının sağlıklı insanların bağışları olduğunu unutmayalım.

Sağduyulu olmalıyız, taltiflerimiz de eleştirilerimiz de yerinde ve ölçülü olmalı. Yıkıcı değil yapıcı olmalıyız. Yıkmak kolay yapmak zordur. İyilikte yarışmak esastır. Varsa Kızılay’ın yanlışlarını sloganik cümlelerle değil, içi dolu/mesnetli/belgeli bir şekilde dile getirmeli, olası hataların  düzeltilmesine katkı sunmalıyız. Kızılay’a bu kadar yıkıcı, yıpratıcı eleştirilerde bulunanların, beğenmedikleri Kızılay’ın yenisini/benzerini/daha iyisini kurmayı denemeleri güzel bir eylem olmaz mı?

28 Şubat 2023 Salı

Doğal Afetler ve Kader

 


 Deprem, sel, heyelan, çığ düşmesi vb. doğal olaylar, dünyanın yaratılışından beri meydana gelen ve kıyamete kadar da devam edecek olan doğal olaylardır. Bilim ve teknolojideki gelişmeler doğrultusunda yeterli ve gerekli tedbirler alınmadığı zamanlarda doğal olaylar afete-felâkete dönüşür, önemli can ve mal kayıplarına neden olurlar.

Yağmurun yağması, rüzgârın esmesi, güneşin doğması ve batması, karın yağması, şimşeğin çakması, göğün gürlemesi nasıl bir doğa olayı ise; sel, yangın, deprem gibi olaylar da aynı doğallıktadır. Güneşten ve yağmurdan korunmak için şemsiyeyi icat etmişiz. Yıldırımdan paratonerle korunuyoruz. Selden korunmak için dereleri ıslah ediyoruz, uygun yerlere köprüler yapıyoruz ve bu tür tedbirlerle doğa olaylarından zarar görmeden hayatımızı sürdürmeyi amaçlıyoruz. Tedbirleri ihmal ettiğimizde karşılığını acı örneklerle görüyoruz maalesef.

 

Kader, kısaca, evrenin ilk yaratılışından son bulacağı ana kadar her olayın bütün incelikleriyle Allah'ın ezeli ilminde malum olması ve ona göre takdir edilmesi, yaratılmasıdır. Halk arasında  zaman zaman, Allah tarafından yazılan senaryonun insanlarca sahneye konması gibi anlaşılmaktadır ki bu edilgen, pasif kader anlayışı, Allah tarafından insana verilen akıl, muhakeme ve özgür iradeyi işlevsiz kılar.  Her şey ezelde kader ile takdir edilmiş ise, kişiyi ve eylemlerini yaratan  Allah, yaptıklarından dolayı bireyi niçin sorumlu tutsun?  Hâlbuki insan akıllı ve irade sahibi bir varlıktır ve bütün eylemlerini aklını ve iradesini kullanarak yapar.

 

İslami tevekkül anlayışı, hiçbir tedbir almadan sonucu beklemek değil, elden gelen her şeyi yaptıktan sonra sonucu teslimiyetle beklemektir. Tedbir alınsın veya alınmasın, her iki hâlde de olup bitenler “kader”dir. Tedbir almakla kaderin dışına çıkılmaz.  Ayet ve sahih hadislere baktığımızda, aklı ve iradeyi yok sayan pasif, edilgen bir kader anlayışının İslam’la, akılla bağdaşmadığı ortadadır

 

Kur’an-ı Kerimde;

“Size isabet eden sıkıntı ve musibetler kendi elinizle yaptığınız (yanlış işler) yüzündendir. Üstelik (Allah hatalarınızın) birçoğunu da affetmektedir.”(Şura-30)

 “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.”(Nisa-79)

“Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, işlediği fenalık kendi aleyhinedir.(Bakara suresi, 2/286)

Bu ayetlere göre, insana isabet eden, insanı derinden etkileyen her türlü felaket, musibet ve sıkıntı, kader kaynaklı değildir, bilakis bunların sebebi kendi elimizle yaptığımız yanlış işler, yanlış eylemlerdir. Hangi tür araziye, hangi metotlarla,  hangi özelliklerde, ne tür yapılar yapılması gerektiği konularında bilimin verileri mutlaka uygulanmalıdır. Devletin görevi de süreçteki uygulamaları ödünsüz kontrol ve takip olmalıdır. Bunlar “tedbir” dir. Bunlar yapılmadığı sürece olası felaketlerde ihmali olanlar dinen de hukuken de sorumludurlar. Hiç kimse kendi eksikliklerini  “kader”e ihale ederek sorumluluktan kurtulamaz.

 

Sonuç

Kuran’ın ilk emri “oku” olmuştur.  Bunun açılımı, “sana akıl/öğrenme yetisi/muhakeme etme/irade edebilme niteliği verdim. Çalış öğren, düşün, değerlendir/dünyayı imar et, icatlar yap, tembellik etme.” manalarını ihtiva eder.

İnsan, “Ahsen-i takvim- üstün bir şekilde yaratılan” (Tin-4) akıllı, iradeli bir varlıktır. Bu nedenle bir nevi Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.(Bakara-30) İnsanoğlu yeryüzünde ne kadar doğru işler yaparsa dünyamız o kadar yaşanabilir hal alır. Yanlış eylemler yapıldığında da dünya canlı cansız bütün varlıklar için yaşanılmaz hal alır.  Dünyada cereyan eden bütün olaylar (mucize gibi istisnalar hariç) dünyadaki doğal kanunlara tabidirler.

 Aklımızı kullanmanın dinimizin emri olduğunu asla unutmamalı, doğayla kavga etmemeliyiz. Gerçek iman aklın ve bilimin verilerini kullanarak hareket etmemizi, önlemler almamızı gerekli kılar. Deprem bölgesinde bulunan ülkemizin, sürekli afet riski altında olduğunu unutmamalıyız. Tabiatla adeta inatlaşır gibi evlerimizi dere yataklarına yaptığımızda, depreme karşı yeterli önlem almadığımızda, mühendislik verilerine uygun binalar imal etmediğimizde,  kaybeden hep biz insanlar olacaktır. Doğayı daha iyi tanımalı, onunla barış içinde, uyumlu yaşamamız gerektiğini acilen öğrenmeliyiz.