10 Kasım 2021 Çarşamba

DESTEKLEME VE YETİŞTİRME KURSLARI ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER

 


 

             Dershanelerin kapatılmasıyla oluşan açığı bertaraf etmek üzere  2015-2016 öğretim yılından itibaren ülke genelinde hemen hemen tüm okullarımız mini birer dershaneye dönüştüler. Hemen her okulda, (ilk başta tüm derslerden, sonradan yapılan düzenlemeyle merkezi sınavlarda soru çıkan derslerden) hafta içi/hafta sonu kurslar açılıyor. Birçok Okulumuz haftanın 7 günü açık, öğrenciler haftanın 7 günü okuldalar.

             Gerekli mi?

               Kesinlikle hayır, okullarımızda haftalık ders programında zorunlu derslerin dışında seçmeli dersler de var, okullarda seçmeli dersler belirlenirken,  öğrencilerin yetersizliği hissedilen derslere öncelik verilerek bu ihtiyaç pekâlâ giderilebilir.

             Bu kurslarla akademik başarıyı artırdığımızı,ortalama net sayısını %10 yükselttiğimizi varsayalım, yani bir öğrenci bu kurslara devam ederek liselere giriş sınavında 90 net yaptığını düşünelim, bu kurslar olmasaydı bu öğrenci muhtemelen 80-85 arası net yapardı, yani kurslarla 5-10 kadar neti artmış olabilir. Peki, bunun faydası ne? Aynı öğrenci kurslar olmasa muhtemelen 80 netle gireceği X okuluna, kurslarla netini artırarak 90 netle aynı okula girmekte.  Pratikte pedagojik açıdan bunun faydasından bahsedilemez. Birçok öğrenci öğretmenlerinin teşvik ve uyarısı ile kerhen kursa müracaat ediyor, ara sıra kursa uğruyor. Ücretsiz kursun kıymeti bilinmiyor, öğrencinin bedelini ödemediği ve faydasına inanmadığı kurstan fayda görmesi çok düşük ihtimal.

            Öğretmen ve öğrenciler istekli mi?

           Kurslardaki ücret % 100 artırımlı olduğundan kurslarda görev alan öğretmenler için ciddi bir ek gelir oluyor. Bundan dolayı öğretmenler her ne kadar faydasına pek inanmasalar da haklı olarak kurslarda görev almakta istekli görülüyorlar. Öğretmenlerimiz bana kızacaklar ama, öyle öğretmenlerimiz var ki kurslarda daha fazla ders alabilsin diye, haftalık ders programında asgari maaş karşılığından fazla ders almamaya çalışıyor, bazı öğretmenlerimiz de ders saatinde rahatsızlanıp derslerine girmeyerek tedavi olmaya gidiyor, ama ders sonundaki kursuna mutlaka yetişiyor. Kurslarına devam eden öğrencilerini yüksek performans notuyla motive eden, kurs öğrencilerine özel gezi ve piknik etkinliği düzenleyen öğretmenlerimiz bile mevcut.

          Birçok öğrenci öğretmenlerinin teşvik ve tekrar tekrar uyarısı ile kerhen kursa başvuruyor, ara sıra kursa uğruyor. Ücretsiz kursun kıymeti bilinmiyor, öğrencinin bedelini ödemediği ve faydasına inanmadığı kurstan fayda görmesi mümkün değil. Kurslar başladıktan kısa süre sonra devamsızlıklar had safhaya ulaşıyor, 20 öğrencinin katılımı ile başlayan kurslar genelde iki üç hafta sonra 5-6 öğrenciye kadar düşebiliyor.

 

           Cari uygulamada;

1.Hafta içi ortaokullarda günde 7 liselerde 8-9 saat dersten sonra yapılan (öğrenci ve öğretmenin yorgun olduğu)  kursun pedagojik açıdan faydalı/verimli olması mümkün mü?

2.Akademik başarısı çok düşük ve akademik başarı beklentisi olmayan öğrencilerin zorla devam ettirilmeye çalışıldığı meslek liselerinde Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik vb. derslerden bile kurs açılmasının öğrencilere bir faydası olmadığı çok açık.

3.Mevzuatta, öğretmenlerin günlük okutabileceği dyk ders sınırlaması bulunmadığından, bazı öğretmenlerin bir günde 8-10 saat dyk kursuna girdiğine şahit oluyoruz. Robot olmayan,” etten kemikten” yaratılmış bir öğretmenin günde 8-10 saat verimli! ders anlatması, hangi bilimsel veriye/mantığa/pedagojiye uyar?

4-Aynı durum öğrenci için de geçerli; ortaokul çağındaki 12-13 yaşlarındaki, haftanın  beş günü okula , derslere devam etmiş ve yorulmuş bir öğrencinin , hafta sonu bir günde 8 saat ders dinlemesi/öğrenmesi akla uygun mu?

Neler Yapılabilir?

1.Destekleme ve Yetiştirme Kursları kapatılmalıdır. Her türdeki okullarımızda haftalık ders saatleri azaltılmalı, okullarda dersler azami saat;14.00 ‘lerde bitirilmelidir. Çocuklarımıza, Belediyelerimizin ya da akredite edilmiş Sivil Toplum Örgütlerinin gerçekleştireceği sanatsal, kültürel, sportif vb. etkinliklerine katılabilecekleri zaman bırakılmalıdır. Böylece her öğrenci kendi istidatı, kapasitesi ve temayülüne göre sanatsal, kültürel ya da akademik etkinliklere katılarak gelişimini sürdürmelidir. Mesleki eğitime devam eden bazı öğrenciler de ailesinin bilgisi ve onayı ile bu tür etkinlikler dışında ailesinin ya da bir tanıdığın iş yerinde pratik yapabilir.

2.Dershanelerin kapatılma sürecinde, o günün psikolojik ortamına uygun olarak okullarımızda “Destekleme ve Yetiştirme Kursları” açılması planlandı ve birkaç yıldır uygulanıyor. Dershaneler, birçok konuda eleştirilse de,  kurs ve sınavlara hazırlama konusunda okullara göre daha profesyonel ve daha verimli oldukları açıktır. Dershaneye bir bedel ödeyerek devam edilmesi nedeniyle oradan azami faydalanma çabasının da bunda rolü olduğu kesindir. Dershanelerin kapatılma gerekçeleri tamamen ortadan kalktıysa tekrar açılmalarına müsaade edilebilir. Böylece akademik eğitim alma idealindeki öğrencilere devletimizin kasasından bir kuruş harcanmadan daha verimli kurs hizmeti verilmiş olur.

DYK.ların devam etmesinde fayda görülüyor ise;

1. Her okulda kurs açılması, kurs binasının ısıtılması, aydınlığı, temizliği, öğretmen gideri vs. nedeniyle çok masraflıdır, gerekli de değildir. Kurslar hafta sonlarında, bazı merkezi okullarda açılmalı, hafta içi ve her okulda kurs açılmamalıdır.

2.Hafta sonu bir günde (öğrenci ve öğretmenin dinleme ve anlatımda verimli olabileceği)  azami 6 saat ders yapılmalıdır.

3. Her ilçede ortaokul ve liseler için iki ya da ihtiyaca göre daha fazla kurs merkezi belirlenmeli,  tüm ilçenin öğrencileri buralarda profesyonel bir yönetim anlayışı ile hafta sonları kurslara alınmalı, öğrenciler diğer okullardaki rakiplerini ve seviyelerini görerek kendisine yön vermelidir. Yine öğrenci yıl boyu okulunda beraber olduğu öğretmenin dışında farklı öğretmenlerin de anlatımlarından faydalanmış olur.

4.Pandemi sürecinde iki yıla yakın tüm okullarda eğitimler uzaktan çevirim içi yapıldı. Süreçteki bu tecrübeyle DYK’lar da dahil birçok eğitim, kurs seminerin online yapılmasının sayılamayacak kadar faydası bulunduğu açıktır.

 

DYK’ların bazı sakıncalarından da bahsedilebilir;  

1.Dyk.lar  neticesinde okulların ısınması, temizliği, personel gideri vb. ciddi masraflar oluşuyor. Malum bu kurslardaki ücretler % 100 artırımlı ödeniyor, ülke bazında düşünüldüğünde ciddi bir gider oluşturduğu ortadadır. Bu kadar meblağ eğitimin başka kalemlerine (kalabalık sınıfların azaltılması, öğretmen eksikliğinin giderilmesi vs.) harcansa eğitime daha fazla katkı sağlayacağı açıktır.

2. Öğrencileri haftanın 7 günü okula bağlayarak onların okul dışındaki sanatsal, sportif ve sosyal faaliyetlere katılımları da engellenmiş olmaktadır.

3.Ayrıca bu DYK.lar, öğrenci ve velilerde tüm öğrencilerin akademik eğitim almaları gerektiği öngörüsünü oluşturdu.Akademik başarısı en alt seviyedeki öğrenciler/veliler bile  Anadolu liselerini tercih ediyorlar. Oysaki ülkemizde mesleki eğitimde epeyce açığımız var sanayide yeterli ara eleman bulunamıyor. Ülke genelinde lise çağındaki öğrencilerimizin % 60-70 kadarının mesleki eğitime yönlendirilmesi çok daha akılcı yaklaşım olacaktır.

4.DYK.larla  birlikte öğrenci ve velilerde yükselen akademik başarı yarışı, maalesef okullarımızdaki sportif, kültürel ve sanatsal faaliyetleri de olumsuz yönde etkilemiş, öğrenciler  adeta  “yarış atı” haline getirilmiştir.

        Sınırlı kaynaklarımızı asla israf etmemeli, çok dikkatli kullanmalıyız. 6 yıldır devam eden DYK.ların getirileri- götürüleri/avantajları-dezavantajları  masaya yatırılmalı, bilimsel metotlarla incelenmeli, getirisi fazlaysa yukarıda sunulan öneriler doğrultusunda devam ettirilmeli, değilse ivedilikle kapatılmalı, bu kadar emek ve meblağ boşa harcanılmamalıdır.

20 Ekim 2021 Çarşamba

Zorunlu Eğitim mi, Sorunlu Eğitim mi?

 


Zorunlu eğitim, bir ülkedeki çocukların tamamının, hukuki düzenlemeler yoluyla benzer ve süresi belirli bir  eğitim sürecine tabi tutulması anlamına gelir. Zorunlu eğitim uygulaması sayesinde toplumdaki her bireyin, toplum yapısına adapte olması için gerekli olduğu düşünülen bilgi ve becerilerle donatılarak, uyması gereken davranış kuralları ile toplum içindeki yerini, hak, ödev ve sorumluluklarını öğrenmesi amaçlanmaktadır.

Ülkemizdeki Zorunlu Eğitimin Tarihi Seyri

Ülkemizde zorunlu eğitim düzenlemesini temel alan ilk yasal belge II. Mahmut’un 1824’te yayımladığı bir fermandır. Daha önceki dönemlerde okuma yazmanın gereği üzerinde duran fermanlar çıkarılmışsa da 1824 fermanı bu konuyu geniş olarak ele aldığı için eğitim zorunluluğunu getiren ilk belge olarak kabul edilmektedir. Fermanda, zorunlu eğitim anlayışının Tanzimat döneminde tüm Osmanlı eyaletlerini kapsaması öngörülmüştür. Daha sonra yayımlanan 1847 tarihli bir Talimat, Sıbyan mektebinin (ilkokul) programında önemli yenilikler getirmiştir. Talimat ile Sıbyan mekteplerinde yazı öğretiminin nasıl yapılacağı vurgulanmış, yazının önemi üzerinde durulmuş ve çocukların sıbyan mekteplerine devamına zorunluluk getirilmiş, ayrıca okula devam konusunda kontrol mekanizmaları devreye sokulmuştur.

İlköğretimde zorunluluğu getiren en önemli düzenleme 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi (Eğitim Yasası) dir. Türk toplumunda eğitimi düzenleyen ilk önemli yasa olan 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde ilköğretim zorunluluğu 5 yıl olarak alınmıştır. 1876 Kanun-i Esasi’de de ilköğretimin devlet okullarında zorunlu ve parasız olduğu aynen vurgulanmıştır. 1913 yılında İlköğretim Geçici Kanunu ile zorunlu eğitim 6 yıl olarak düzenlenmiş. (Bu kanunun “geçici” başlığına rağmen Cumhuriyet’in ilk yıllarına ve hatta 1961’de çıkarılan 222 sayılı İlköğretim Kanunu’na kadar birçok maddesi yürürlükte kalmıştır) 1924 yılında alınan bir karar ile Anayasanın 87. maddesi ile düzenleme yapılarak zorunlu eğitim 5 yıla indirilmiştir. (https://www.tuseb.gov.tr/tacese/uploads/genel/files/yayinlar/raporlar/tacese_2018_turk_egitim_sistemi_egitim_yasaraliklari_zorunlu_egitimin_tarihcesi.pdf)

 Cumhuriyetimizin ilk yıllarında okullaşma oranı çok düşüktü. O yıllarda nüfusumuzun  % 80’ninin yaşadığı köylerimizde okul ve öğretmen yoktu.   İlk etapta 3 yıl eğitim süresi bulunan köy okulları açıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edilen 29 Mart 1931 tarih ve 1778 sayılı kanun ile ilkokul süresi beş yıl olarak belirlendi. 18 Ağustos 1997 yılında yapılan bir yasa değişikliği ile zorunlu eğitim 5 yıldan 8 yıla çıkartıldı.

30.03.2012 tarih ve 6287 sayılı yasa ile ülkemizde zorunlu eğitim 8 yıldan, 4+4 +4 şeklinde 12 yıla çıkartıldı. Bu tarihten sonra her Türk vatandaşı zorunlu olarak 12 yıl eğitimi tamamlaması gerekmektedir. (https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2012/04/20120411-8.htm)

12 Yıllık Zorunlu Eğitim Gerekli Mi?

Her devlet kendi imkânları, ihtiyaçları ve özel şartlarını dikkate alarak eğitim sistemlerini, zorunlu eğitim sürelerini belirlemektedirler. Az sayıda gelişmiş batı ülkelerinde 13 yıla kadar zorunlu eğitim görülse de dünya geneli düşünüldüğünde bunlar istisnadır.  Zorunlu eğitimleher bireyin, toplum yapısına adapte olması için gerekli olduğu düşünülen bilgi ve becerilerle donatılarak, uyması gereken davranış kuralları ile toplum içindeki yerini, hak, ödev ve sorumluluklarını öğrenmesi amaçlanmaktadır” ki bunun için 12 yıllık sürse oldukça uzundur, külfetlidir, gereksizdir, zaman ve emek israfıdır, asla gerekli değildir.

Önceki Milli Eğitim Bakanımız Prof.Dr.Ziya Selçuk da bir röportajında, “genelde dünya ülkelerinde zorunlu eğitimin 8-9 yıl olduğunu bizdeki 12 yıllık zorunlu eğitimin çok fazla olduğunu dile getirmiştir”.( https://www.memurlar.net/haber/803815/ziya-selcuk-12-yillik-zorunlu-egitim-cok-fazla.html

12 yıllık zorunlu eğitim uygulaması ülkemizde birçok sıkıntıları beraberinde getirmiştir ki bunların başlıcaları şöyle sıralanabilir;

1.Eğitim- öğretim, merak, ilgi, çalışma, yetenek ve kapasite işidir. Bu özelliklere sahip olmayan, aklı, fikri okulda olmayan çocukları, ortaokul ve lise öğrenimine zorlamak, o kişilere işkence gibi gelir, insani değildir. Okumakta, eğitimde  gözü-beklentisi  olmayan, bu süreçte kendini hazır tüketime alıştırmış  milyonlarca öğrenciye kötülük ediyoruz, onları oyalıyoruz, lise mezunu yapmayı başarı sayıyoruz  ki bu asla doğru değildir.

2.Öncelikle iş dünyasında, hemen hemen her meslek alanında çırak ve kalfa sıkıntısı yaşanmaya başladı. “Ağaç yaş iken eğilir”,  zorunlu lise öğrenimini tamamlayan bireyin 17-18 yaşlarından sonra bir mesleğin çırağı olup, o alanda ustalaşması neredeyse imkânsızdır. Sanayi odalarının yetkilileri bu konuyu sık sık dile getirmekte, çırak bulamadıklarını ifade etmektedirler. (https://www.yeniasir.com.tr/ekonomi/2015/12/17/cirak-bulamiyoruzmeslek-liselerini-tobba-devredin-1450346378)

 

3.12 yıllık zorunlu eğitim süreci sonunda hemen hemen tüm öğrencilerde ve velilerde akademik eğitim alma, üniversite okuma, kamuda  “masa başı memur olma “ düşüncesi oluştu.  Üniversite sayımızın çoğalması nedeniyle liseyi bitiren öğrencilerimizin çoğu (mezunlarının istihdam alanı çok sınırlı) üniversiteli de olabiliyorlar. Ancak birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan fazla, 20 milyon kadar öğrenciye sahip ülkemizde her üniversite bitirenin kamuda işe yerleşmesinin  mümkün olamayacağı açıktır. Dolayısıyla bu sistemle, maalesef üniversiteyi bitirmiş, işsiz, mutsuz gençlerimiz oluşmaktadır.

4. Okuma, eğitim alma hedefi/amacı/beklentisi olmayan öğrenciler, zorunlu eğitim süreçlerinde okul disiplinine uymamakta, eğitim ortamlarını bozmakta, arkadaşlarına hatta öğretmenlerine şiddet uygulayabilmekte, diğer öğrencilere de kötü örnek olmaktadırlar. Sosyal medyada, sınıfta sigara içen, kavga eden, ders anında arkalarda dans eden, öğretmene dahi absurd el şakaları yapabilen, lakayt kural tanımaz öğrencilerin eylemlere ilişkin birçok video mevcuttur.

5.Eğitim içindeki her öğrencinin, (ders araç gereci, ücretsiz ders kitapları, taşımalı eğitim, servis, beslenme vs.)  devlete yüklü bir maliyeti bulunmaktadır.   Okuma hevesi olmayan öğrenciler için yapılan bu masraflar maalesef israftır.  Onun yerine, okuyup bir meslek sahibi olma ihtimali düşük öğrenciler için harcanacak bu paranın çocuklarımızın iş ve meslek öğrenmeleri için kullanılmasının çok daha faydalı olacağı aşikârdır.

6.12 Yıllık zorunlu eğitim süresince ” sınıfta kalmak” oldukça zor ve istisnai bir durum. Hal böyle olunca birçok öğrencide ders çalışma, sınıfını geçme çabası, çalışması da olmadığından okullarımızda akademik başarı oldukça düşüktür. Merkezi sınavların sonuçlarında bu durum açıkca görülmektedir. Yani 12 yıl zorla okutup birtakım bilgileri vermeye çalışmaktayız, ama veremiyoruz, ya da öğrencilerin çoğu o bilgileri almıyorlar. Öyleyse bu sistemde ısrar etmenin amacı var mı?

 

 

Neler Yapılabir?

1.Zorunlu eğitim önceden olduğu gibi 5 yıllık ilkokulla sınırlandırılmalıdır.

2.İlkokulun 1. Sınıfından itibaren öğrenciler izlenmeli, takip edilmeli, yeteneklerine göre desteklenmeli, yönlendirilmelidir.

3.Ortaokullar mesleki ve akademik olarak ikiye ayrılmalı, akademik ortaokulların kontenjanı, ortaokul çağ nüfusunun  % 30’unu geçmemelidir. Geri kalan %70’lik kesim mesleki ortaokula devam etmelidir.  İlkokulcu bitiren öğrenciler yönlendirmelere göre akademik ya da mesleki ortaokullara devam etmelidirler.

4.İlkokuldan sonra örgün eğitime devam etmek istemeyen öğrenciler istekleri ve yönlendirme kriterlerine göre çıraklık eğitim + bir esnaf yanında çıraklığa devam etmeli böylece süreç içinde  mesleği ile ilgili hem teorik, hem uygulamalı eğitimi almalıdır.

5.Liseler akademik ( Sosyal Bilimler ve Fen liseleri) ile meslek liseleri olarak yapılandırılmalı, Anadolu liseleri kaldırılmalıdır. Akademik liselerin kontenjanı, tüm liselerin çağ nüfusunun  % 30’nu geçmemelidir. Geri kalan %70’lik kesim mesleki eğitime devam etmelidir.

6.Meslek liselerinin müfredatları akademik derslerden arındırılmalı, sadeleştirilmeli, değerler eğitimi, insani ilişkiler, uygulamalı meslek derslerinde yoğunlaşılmalıdır.

8. Üniversite sınavında ilk 50 bine girebilen öğrencilerin okuma hakkı elde ettiği üniversitelerde istihdam alanı olan, mezunlarının kolay iş bulabildiği bölümler bellidir, sınırlıdır. Üniversitelerdeki diğer bölümlerin kontenjanlar azaltılmalı,  her öğrencinin üniversite okuma beklentisi yıkılmalıdır.

Sonuç

Türkiye’de 12 yıllık zorunlu eğitim uygulaması, uluslararası eğitim istatistiklerinde bir takım nicel göstergelerde avantaj gibi görülebilir.  Ancak, eğitimde kemiyetten ziyade  keyfiyet  önemlidir/öncelenmelidir. Millî eğitimde, özellikle son 20 yılda, derslik sayısı, sınıf mevcutları, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı gibi alt yapıya ilişkin konularda ciddi nicel gelişmeler yaşandı. Ancak bu nicel gelişmeler eğitimde niteliği doğru oranda artırmadığı ortada. Şimdi yüzleşme zamanı. Bu kadar nicel iyileştirmelere, zorunlu eğitim sürecindeki artırımlara rağmen eğitimde niteliğin istenilen seviyede olmamasının sebepleri araştırılmalıdır. Günümüzün lise mezunlarının, eskilerin ilkokul mezunları kadar birikimli olmayışlarının nedenlerini sorgulamalıyız. Zorunlu eğitim günümüzde sorunlu eğitim haline gelmiştir. Yıllardır uygulanan 12 yıllık zorunlu eğitimin artıları ve eksileri tekrar masaya yatırılmalı, bu kadar uzun ve birçok mahsurları beraberinde taşıyan 12 yıllık zorunlu eğitimden ivedilikle vazgeçmeliyiz.

 

 

7 Eylül 2021 Salı

Aşı Karşıtlığı Özgürlük mü, Cahillik mi?

 


       “İslâm’ın titizlikle korunmasını emrettiği beş esastan biri de sıhhattir. (1-Nefsin (canın) korunması,2-Aklın Korunması,3-Dinin korunması,4-Neslin korunması,5-Malın korunmasıdır.)

 İnsana verilen sayısız nimetlerin en başında sağlık gelir. Zira sağlık olmadan hiçbir nimet insana huzur ve saadet getiremez. O sebepledir ki; Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Süleyman, bir nefes alıp verecek kadar sağlık içinde olmanın; dünyanın bütün nimetlerinden değerli olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”  ((http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/hasta-ziyareti-ve-adabi)

Sağlığımız yerinde olmadığında, çalışamaz, üretemez, ibadet edemez kısaca insan olmanın gereği sorumluluklarımızı yerine getiremeyiz.  “Her şeyin başı sağlık” lafı boşuna söylenmemiştir. Sağlığımızı korumak dini ve insani görevimizdir. Sağlığımıza zarar verdiği bilimsel yöntemlerle kesin olarak ispatlanmış yiyecek ve içecekleri (sigara, alkol vb.) tüketmek dinimizce sakıncalıdır, haramdır. Hastalanmamak /sağlığımızı korumak için Tıp biliminin öngördüğü aşı dâhil her türlü önlemi almamız,  dinimizin emridir.

Bilindiği gibi iki yıla yakındır dünyamız pandemi ile mücadele ediyor. Mücadele gereği dünya  ülkelerinin genelinde sosyal hayat, iş hayatı, eğitim, ekonomik faaliyetler, seyahatler …vb. aylarca durdu. Pandemi nedeniyle farklı ülkelerde toplam beş milyona yakın insan hayatını kaybetti. Değişik ülkelerdeki bilim adamları gece-gündüz çalışarak kısa sürede aşılar geliştirerek insanlığın hizmetine sundular. Meşhur olmak! için aykırı görünme peşinde olan istisnalar dışında Tıp adamlarının tamamına yakını virüsün yayılmasını/bulaşmasını/öldürmesini önlemede aşının önemini vurguladılar/vurguluyorlar. Bize düşen bilimin önerisini en kısa sürede yerine getirmek olmalıdır. Hal böyle iken bazı kişiler/gruplar sosyal medyada örgütlenerek aşı karşıtlığı yapmakta, ölüm pahasına aşı olmamakta direnmektedirler. (Aşı olmayı reddeden birçok kişi covid-19 virüsüne yakalanarak hayatını kaybetti) Hâlbuki ki;

1.Sorumluluk sahibi bir vatandaş, hiçbir geçerli gerekçesi olmadığı halde devletinin yetkili bilim/Tıp kurullarının aldığı kararlara karşı çıkmaz/çıkmamalıdır.

2.Sorumluluk sahibi bir Müslüman, bilimin ortaya koyduğu, bütün dünyada kabul görmüş sağlığı koruma metoduna (aşı) karşı çıkmaz.

3. Aşının tanımını yapacak kadar bilgisi olmadığı halde, cahilce aşı karşıtlığı yapan kişi, aşı sırası geldiği halde aşısını yaptırmayan bir Müslüman, sonuçta bu hastalığa yakalanır ve onu etrafındakilere bulaştırırsa kul hakkına girer, günah işlemiş olur.

4. Aşı karşıtlığı yapan kişi, aşı sırası geldiği halde aşısını yaptırmayan bir Müslüman, sonuçta bu hastalığa yakalanır ve ölürse intihar etmiş sayılır intihar büyük günahlardandır, büyük günah işlemiş bir şekilde ahirete göç etmiş olur.

5. Aşı karşıtlığı bireysel bir hak-özgürlük olarak görülemez. Zira aşı yaptırmayan kişi, sonuçlarına birey olarak katlanmıyor, virüsün toplumda yayılmasına aracılık da etmiş oluyor.

6.Aşı karşıtlığı tam bir cahilliktir. Bu kişilerin “özgürlüklerini,cahilliklerini” kendi evlerinde bireysel olarak yaşamalılarına müsaade edilebilir, ancak  toplum içine girişleri kesin olarak engellenmelidir.

7.Kamu çalışanı aşı karşıtları, ücretsiz izne çıkartılmalıdır.

 

Sonuç

Kur’an’ın ilk emri “oku” olmuştur. Kur’an’da 700’den fazla yerde okuma, öğrenme, muhakeme etme,akletme, fikretme, düşünme ..vb emredilir. Sorumluluk sahibi bir Müslümanın aklını kullanması, bilimin verilerine, önerilerine uygun davranışlarda bulunması beklenir. Bilimin verilerine göre, günümüzdeki pandeminin henüz en etkin önlemi “aşı”dır. Aşı sırası gelen her kişinin aşısını olması hem dini, hem de vatandaşlık görevi olduğu unutulmamalıdır.

12 Ağustos 2021 Perşembe

Eğitim Yöneticiliğinde ilk Basamak; Okul Müdür Yardımcılığı

 


 

Cumhuriyet öncesi yöneticilerimizden, Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin (1859-1914) : “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim”  sözü bu kadar devasa bir teşkilatı yönetmenin ne denli zor olduğunu özetler niteliktedir.   (https://www.evrensel.net/haber/57109/su-mektepler-olmasaydi-maarifi-ne-guzel-idare-ederdim)

Eğitim sistemimizde Cumhuriyet öncesi dönemde başlayan arayışlar/ tartışmalar cumhuriyetin 100.yılına yaklaştığımız günümüzde de istikrara kavuşmamış, öğretmen yetiştirmeden, okullara idareci atamalarına, liselere öğrenci yerleştirmeden, mesleki ve akademik liselerin oranlarına kadar birçok konu hala tartışılmakta, sık sık yöntemler değiştirilerek “en doğru sisteme -istikrara” ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Okullara idareci görevlendirme konusu eğitimin temel sorunlarından birisidir. Bu konuda birçok akademik çalışmalar, makaleler, çalıştaylar yapılsa da kesin bir sonuca ulaşılabildiği söylenemez. Okul idareciliği mevzuatımıza göre müstakil bir meslek/ branş değil, Bakanlıkta fiilen çalışmakta olan öğretmelere 4 yıllığına verilen 2.bir görevdir. İlk defa yönetici olarak görev almak isteyen öğretmenler, yazılı ve sözlü sınava katılırlar, başarılı olanların 4 yıllığına görevlendirmeleri tercihleri doğrultusunda yapılır.  4 yılını tamamlayan yöneticilerden istekli olanlar,  münhal yöneticiliği bulunan eğitim kurumlarında, tekrar 4 yıllığına görevlendirilebilir. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuat?MevzuatNo=24694&MevzuatTur=7&MevzuatTertip=5

Okul Öncesi ve İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde müdür yardımcılarının görevleri şöyle belirlenmiştir;

"Müdür yardımcısı

MADDE 41 - 1) Müdürün ve müdür başyardımcısının olmadığı zamanlarda müdüre vekalet eder. Müdür yardımcısı, görev tanımında belirtilen görevler ile müdür tarafından verilen görevleri yerine getirir."

 Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliğinde  (madde:80) de müdür yardımcılarının görevleri şöyle belirlenmiştir;

MADDE 80- (1) Müdür yardımcısı eğitim, öğretim ve yönetim işlerinin planlı, düzenli ve amacına uygun olarak yürütülmesinden müdüre ve müdür başyardımcısına karşı sorumludur.

(2)Müdür yardımcısının görev yetki ve sorumlulukları şunlardır:

a)Okulda kullanılan belge, defter, çizelge ve formlarla ilgili iş ve işlemleri yürütür ve gerekli olanları imzalar.

b)Görevlendirildiğinde, ilgili mevzuat kapsamında oluşturulan kurul, komisyon ve ekiplere katılır, başkanlık eder ve bunlarla ilgili iş ve işlemleri yürütür.

c)Kendisine verilen nöbet görevini yürütür, nöbetçi öğretmen ve öğrencileri izler, nöbet raporlarını inceler, varsa sorunları müdür başyardımcısına ve müdüre iletir.

ç)Sorumluluğuna verilen öğrencilerle ilgili iş ve işlemleri müdür ve müdür başyardımcısıyla işbirliği içinde yürütür.

d)Elektronik ortamda veri tabanı üzerinden bilgi alış verişiyle ilgili işlemleri yürütür.

e)Mezunların izlenmesine yönelik iş ve işlemleri yürütür.

(3)Müdür tarafından verilen görevin gerektirdiği diğer görev ve sorumlulukları yerine getirir.

Eğitim yönetimi kademelerindeki ilk basamak okul müdür yardımcılığıdır. Müdür organize eder, iş bölümü yapar, okullardaki idari işleri müdür yardımcıları yürütür. Müdür yardımcılığı odaları okulların mutfağıdır adeta, müdür yardımcıları okulun hafızasıdır. Özellikle birkaç müdür yardımcısın görev yaptığı büyük okullardaki müdür yardımcıları zamanla görev alanlarının teknik uzmanı olurlar. Onların izinli, raporlu olduğu, okulda bulunmadığı zamanlarda görevlerini telafi edecek birini bulmak zordur.  Bu denli önemli görevi yürüten müdür yardımcılarının işinin ehli olması,  okuldaki diğer idarecilerle ve öğretmenlerle uyum içinde çalışması çok önemlidir. Bu uyumun sağlanabilmesinin en kolay ve pratik yolu müdür yardımcılarının merkezi olarak görevlendirilmesi yerine (eskiden olduğu gibi) müdür yardımcı/sı/larını okul müdürünün belirlemesidir. Okul müdürüne bir sorumluluk verilmiş karşılığında okulda huzur/barış/başarı beklenmektedir, okul müdürü de kendi idari kadrosunu oluşturmasına imkân sağlanmalıdır.

Diğer bir konu da müdür yardımcılığı görevlendirmelerinde kıdem sorunudur. Makul çalışma şartı/tecrübe, iyi yöneticiliğin olmazsa olmaz şartıdır.  Cari mevzuatımızda müdür yardımcısı için görevlendirileceklerde;  Adaylık dâhil en az iki yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şartı aranmaktadır ki bu durum adaylıktan sonra bir yıllık öğretmenlik tecrübesine sahip bir öğretmenin, henüz öğretmenlikte yeterince deneyim kazanmadan müdür yardımcısı olarak görevlendirilmesi manasına gelir. Diğer mesleklerde olduğu gibi öğretmenlikte de tecrübe önemlidir. Tabir yerinde ise “öğretmenlik yapa yapa öğretmenlik öğrenilir”. Yeterli bir süre çıraklık-kalfalık yapmayan bir kişinin iyi bir usta olduğu görülmemiştir. Yeterli/makul çalışma şartı/tecrübe, yöneticiliğin olmazsa olmaz şartı olmalıdır. Yönetici adayı asıl mesleği olan öğretmenlikte yeterli tecrübeyi sağlamalı, öncelikle iyi bir öğretmen olmalıdır. Bu durum hem empatiyi hem de görev yapacağı kademedeki yetkinliği sağlar. Böyle bir yönetici gücünü koltuğundan değil, tecrübesinden, bilgisinden, birikiminden, başarısından alır. Başarılı bir eğitim yöneticisi de eğitimdeki kaliteyi yükseltir

 Henüz öğretmenlikte yeterince tecrübe kazanmamış (pişmemiş) birisinin idarecilikte başarılı olması beklenemez. Bu tür deneyimsiz müdür yardımcılarının, empati kuramadığı, öğretmenlere tepeden baktığı, öğretmenlere “amirlik” taslayarak egosunu tatmin ettiği, okullarda birçok huzursuzluğa sebep oldukları müşahede edilmektedir.  Bütün bu olumsuzlukların yaşanmaması için yönetici görevlendirme yönetmeliğinde müdür yardımcısı olarak görevlendirileceklerde aranan şartlarda yer alan “ Adaylık dâhil en az iki yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şartının ““ Adaylık hariç, en az beş yıl öğretmen olarak görev yapmış olmak” şeklinde değiştirilmesi faydalı olacaktır.

Sonuç

Bir okulda verimli bir eğitim öğretimin yapılabilmesinin ilk şartı, o okulda, huzur, uyum ve barış ortamının sağlanmış olmasıdır. Bunun için de idareciler arası uyum ve anlaşma çok önemlidir. Müdür yardımcılığı görevlendirmelerinde mevzuatımıza eklenecek şu maddeler faydalı olacaktır;

1.Eğitim yöneticiliğin ilk basamağı olan müdür yardımcılığı için “adaylık hariç, asgari beş yıl öğretmenlik yapmış olmak” şartı aranmalıdır.

2.Okul müdür yardımcıları merkezi olarak görevlendirilmemeli, şartları taşıyan öğretmenlerin içerisinden okul müdürü tarafından görevlendirilmelidir.

3.Müdür yardımcılarının çalışma süresi okul/kurum müdürünün süresiyle sınırlı olmalı, okul müdürünün görevinin bitimiyle müdür yardımcı/sı/ları da görevlerinden ayrılmalıdırlar.

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Osmanlıca mı, Osmanlı Türkçesi mi?

 


Günümüzde bazen bilgisizlikten, zaman zaman da (Osmanlı karşıtlığı yüzünden) ideolojik gerekçelerle sıkça yanlış olarak kullanılan  “galat-ı meşhur” lardan biri de “Osmanlıca” kavramıdır.  En başta vurgulayalım ki Osmanlıca, Türkçe, Arapça, İngilizce, Almanca …. vb. gibi kendine özgü bir grameri bulunan, dünya diller literatüründe yeri olan orijinal bir dil değildir. Osmanlıca dediğimiz şey aslında, Osmanlı döneminde Arap harfleriyle yazılan, Arapça ve Farsçadan fazlaca kelime barındıran Türkçedir.  Türk Dil Kurumu’na göre de Osmanlıca tabiri yanlıştır, doğrusu Osmanlı Türkçesi olup anlamı: XIII-XX. yüzyıllar arasında Anadolu’da ve Osmanlı Devleti’nin yayıldığı bütün ülkelerde kullanılmış olan, Arapça ve Farsçanın etkisi altında kalan Türk dili.”dir.

Osmanlıca (lisân-ı Osmânî)  tabirinin geçmişi 19. asrın ortalarına kadar uzanır. 1850’lerden sonra Osmanlıcılık tarz-ı siyâsetinin tesiriyle edebiyatı ve dili de tanımlarken Türk değil, Osmanlı kelimesinin tercih edildiği olmuştur. Mesela milliyetçi aydınlarımızdan Nâmık Kemâl’in meşhur makalesi “Lisân-ı Osmânî’nin edebiyâtı hakkında…” diye başlar. Ali Emîrî (Osmânlı Târîh ve Edebiyât Mecmûası, sayı 2, s. 31) ve Ahmed Mithat (Osmânlıca Kırâat Kitâbı 1-2) gibi aydınların da bu tabiri kullandıkları görülür. Dahası Mehmed Salâhî’nin Kâmûs-ı Osmânî, Ali Nazîmâ ve Fâik Reşâd’ın Mükemmel Osmânlı Lugati, Ahmed Cevdet’in İlâveli Osmânlıca Cep Lugati gibi sözlüklerinde de Türkî değil, Osmânî sözcüğü kullanılmıştır. Hatta Türkçeyi ilk kez Osmanlıca’nın dışında bağımsız bir dil olarak gördüğü ve kabul ettiği söylenen Ahmed Vefik Paşa bile sözlüğüne Lehçe-i Osmânî adını vermiştir!

Filhakika aynı dönemlerde bu tabirlere karşı çıkan münevverler de olmuştur; 1876 Kânûn-ı Esâsî’sinin 18. maddesinde “devletin lisân-ı resmîsi olan Türkçe” tabiri geçmektedir. Şemseddîn Sâmî, “lisân ve cinsiyet müşârünileyhin zuhûrundan ve bu devletin tesîsinden eskidir. Asıl bu lisânla mütekellim olan kavmin ismi ‘Türk’ ve söyledikleri lisânın ismi dahi ‘lisân-ı Türkî’dir” der. (“Lisân-ı Türkî (Osmânî)”, Hafta Mecmûası, I/12, s. 177-178).

Şemseddin Sâmi, Türkçenin en güzel sözlüklerinden biri olan ve 1901’de yayımladığı Kâmûs-ı Türkî’ye yazdığı ön sözde,  dilimize neden Osmanlıca değil de Türkçe denilmesi gerektiğini bir asır önce şu şekilde açıklamıştır: “Bizce kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri içine aldığı hâlde bu kitaba “Kâmûs-ı Türkî” (Türkçe Sözlük) adı verilmesine belki karşı çıkanlar bulunur; ancak dilimiz Türk dilidir, bu dil için yazılmış bir sözlüğe de başka isim düşünmek yersizdir. Dilimizde kullanılan kelimelerin hepsi de hangi dilden alınmış olursa olsun, gerçekten kullanılmak ve bilinmek şartı ile Türkçe sayılır.” .”(Sâmi, Şemseddin, Temel Türkçe Sözlük (Kâmûs-ı Türkî’nin Sadeleştirilmiş ve Genişletilmiş Basımı), C. 1, Tercüman Genel Kültür Yayınları, İstanbul, 1991.) Şemseddin Sâmi’nin bu açıklamaları bir asır önce yapması Türk dili ve kültürü açısından çok anlamlıdır. Onun bu konudaki görüşleri, günümüzde Osmanlıcayı, Osmanlı Türkçesini ayrı bir dilmiş gibi görenlere verilebilecek manidar bir cevap niteliğindedir.

Dönemin aydınlarından Ziya Paşa da Namık Kemal’in aksine ısrarla Türkçe tabirini kullanmıştır.

Türk dili ve yapısı üzerine araştırma yapan Batılı araştırmacıların eserlerine baktığımızda (Redhouse, Barker, A. Davids, C. Wells, Hagopian) çalışmalar sonucu “Türk dili” veya “Osmanlı Türkçesi” isimlendirmesi verdikleri görülmektedir.

Günümüzde birçok Tarihçi bu yanlışlığa dikkat çekmişler, “Osmanlıca” kullanımının doğru olmadığını ifade etmişlerdir.

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu,  “Osmanlıca diye bir dil olmadığını, bunun adına 'Osmanlı dönemi Türkçesi' denilebileceğini, şu anda Latin alfabesiyle Türkçe yazıldığını "aslında değişen bir şey olmadığını, sadece Osmanlı dilinde Türkçenin içerisine fazlaca Arapça ve Farsça kelimeler girdiğini" ifade etmiştir.”(https://www.cnnturk.com/haber/turkiye/yusuf-halacoglu-osmanlica-diye-bir-dil-yok)

Yaşayan büyük tarihçilerimizden Prof.Dr.İlber Ortaylı da, Türkiye’nin yakın tarihi hakkındaki konuşmasında , “son zamanlarda ’Osmanlı Milleti’ şeklinde yorumların olduğunu ifade ederek, "Türkiye Cumhuriyetini kuranlar tamamen Osmanlı Devleti’ndendir, aydan inmemişlerdir. Osmanlı demek bir millet değildir. Böyle insanlar var, ‘Osmanlı Milleti, Türk Milleti’ diyor. Aklınca çok ileri yorum yapıyor. Böyle bir saçmalık olmaz. Osmanlı diye bir millet yok. Osmanlıca diye bir dil yok ,“Osmanlıca öyle Fransızca Rusça gibi ayrı bir dil değildir. Arap harfleri ile yazılan bir Türkçedir.” ifadesini kullanmıştır. (https://www.risalehaber.com/ilber-ortayli-osmanlica-diye-bir-dil-yok-339039h.htm)

Çağdaş Tarihçilerimizden Prof. Dr. Erhan Afyoncu da konuya ilişkin açıklamasında,

“Osmanlıca, Osmanlı İmparatorluğu döneminde kullanılan ve Arap harfleri ile yazılmış Türkçe'dir. Ayrı bir dil değildir. Bu konudaki en büyük yanlışlık kendi dilimizi farklı bir dil gibi isimlendirmektir. Osmanlı döneminde kullanılan dil Osmanlıca değil eski Türkçe'dir.
Devletin resmî yazışmaları incelendiği zaman elkablar çıkarıldığında kullanılan dilin anlaşılmasında fazla bir güçlük yoktur. Ancak ortaya yeni çıkan bir problem Osmanlı Türkçesi'ni anlamayı iyice zorlaştırmıştır. Bu da son 30 yılda dildeki sadeleşme sonucunda günlük yaşamda kullandığımız kelime sayısının azalmasıdır. 1960'lı yılların başında kullanılan Türkçe ile Osmanlı döneminde kullanılan Türkçe kıyaslanırsa arada fazla bir fark olmadığı anlaşılacaktır. Bu konuda doğru olan Osmanlı dönemindeki Türkçe'ye Osmanlıca değil eski Türkçe demektir.” demiştir.

(https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2018/04/29/osmanli-turkceyi-resm-dil-ve-bilim-dili-yapti)

İz bırakan Edebiyatçılarımızdan Nihad Sâmi Banarlı’nın şu kısa açıklaması da konumuzu özetler niteliktedir.  “Esasen Osmanlıca tabiri, ancak, Osmanlı devri Türkçesi veya Osmanlı Türkçesi adının bir kısaltması olduğu zaman biraz doğru sayılabilir. Bunun dışında Osmanlıca diye Türkçeden ayrı bir dil düşünmek tamamıyla yanlıştır.” (Banarlı, Nihad Sâmi, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1975. S.219)

Sonuç;

Osmanlıca, müstakil bir dil değildir. Osmanlıca dediğimiz şey, Osmanlı döneminde Arap harfleriyle yazılan, Arapça ve Farsçadan fazlaca kelime barındıran Türkçedir. Osmanlı dönemi aydınları ve günümüz tarihçilerinin ekserisine göre “Osmanlıca”  kullanımı yanlıştır. Osmanlı Türkçesi tabiri daha doğru olduğu söylenebilir. Son yarım asırdır hiç gereği yok iken dilimizde yapılmaya çalışılan “dilde sadeleştirme” çalışmaları neticesinde yarım asır önce kullanılan kelimeleri anlamakta güçlük çekiyoruz. Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış ilmî, edebî ve kültürel eserler bakımından fevkalade zengin olan kütüphanelerimiz, bütün beşerî bilimler için eşsiz bir hazine değerindedir. Tarih, edebiyat, ilâhiyat, iktisat, hukuk sosyoloji ve hatta tıp ve eczacılık dâhil geçmişin mirası üzerine bina edilen her ne varsa altı yüz küsur senelik birikimden haberdar olmak durumundayız.Atalarını okumayı, anlamayı, analiz etmeyi kendisine hedef edinen idealist, münevver gençlerimiz bir asır önce kullanılan Türkçemiz için de emek harcamalı, dönemin kültür hazinelerini aracısız okuyup anlayabilmelidir.

 

 

 

27 Haziran 2021 Pazar

Merkezi Sınavlarda Sorular Zor muydu?

 

 

Ülkemizde uzun yıllardır akademik (lise ve üniversite) eğitim alacak öğrencilerin seçimi merkezi sınavlarla yapılmaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinde akademik eğitim alacak öğrencilerin seçimleri ilkokuldan itibaren kurullarca (rehberlik servisleri, öğretmenler kurulları vb.)yapılan yönlendirmelerle yapılsa da genç nüfusun ve üniversite okuma beklentisi çok yüksek olan ülkemizde hala en iyi yöntem merkezi seçme sınavlarıdır.

Ülkemizde uzun yıllardır üniversite sınavları merkezi olarak yapılmakta, adaylar elde ettikleri puan sıralaması ve tercihlerine göre üniversitelerin bölümlerine objektif olarak yerleştirilmektedir.  Yine 10-15 yıldır da çeşitli isimler (Oks,Teog,Lgs vb.)  altında liselere giriş sınavları da merkezi olarak yapılmakta, adaylar başarı sıralamaları  ve tercihlerine göre  bir ortaöğretim kurumuna yerleşmektedirler. Yine çeyrek asırdır kamuya memur alımı için merkezi olarak Kamu personeli seçme sınavı ( Kpss) yapılmakta sınavda yüksek puanlan ve sıralama derecesi yüksek olan adaylar kamu kurumlarına memur olarak atanmaktadırlar. Ülkemizdeki merkezi sınavların nesnelliği ve güvenilirliği konusunda şüphe yoktur.   2.5 milyon üniversiteli adayından her birini istediği bölüme yerleştirebilecek /okutabilecek imkânlarımız olmadığına göre, kur’a çekerek yerleştirme yapılamayacağına göre, şimdilik objektif bir sınav, başarıya dayalı böyle bir puan sıralaması en iyi yöntemdir. Her sınav döneminde, sınavın mantığını bilmeyen/anlamayan hatta eğitimin tanımını yapmaktan aciz birçok “uzman”!  sınavdaki soruların çok zor olduğu/ çocukların hayalleriyle oynandığı/ çocuklar yarış atına çevrildiği/eğitimde eşitliğin olmadığı/gençlere yazık edildiği/…vs. geyik muhabbetleriyle kafaları karıştırıyorlar.  “Geyik muhabbeti” diyorum zira hiçbir haklı/makul gerekçesi yok bu açıklamaların..

 Oysaki

1.Merkezi sınavlar, yarışma sınavıdır, adaylar arasındaki sıralamadır önemli olan. Soruların zorluğunun /kolaylığının bu sıralamaya/bölümlere yerleşmeye hiçbir etkisi yoktur. Somutlaştırırsak, YKS’de genelde ilk 15 bin sıralamasın yer alan aday Tıp Fakültelerine yerleşebilir. Sorular daha kolay ise adayların puanları yükselir, zor ise bu adayların puanı düşer, ama her halükarda bu ilk 15 bin aday Tıp Fakültesine yerleşirler. LGS’de de durum farklı değildir. Ülke genelinde Fen Liselerinin 36 bin, Sosyal Bilimler liselerinin 10 bin, sınavla öğrenci alan Anadolu liselerinin 56 bin kadar kontenjanı mevcuttur. Burada da LGS’deki soruların zorluğu/kolaylığı değil, adayların başarı sıralamalarındaki yeridir önemli olan.  Fen Lisesine yerleşmeyi hedefleyen bir öğrencinin tüm adaylar içinde ilk 36 bine girmesi gerekir. Soruların zorluğu ve kolaylığı bu sıralamayı değiştirmez. İlk 36 bine giren ve Fen liselerine yerleşen öğrenciler, sorular kolaysa daha yüksek puanlarla, sorular görece zor ise daha düşük puanlarla bu okullara yerleşmiş olurlar, ama sonuç değişmez, sıralamada her halükarda ilk 36 bine giren öğrenciler Fen liselerinde okuma fırsatı bulurlar.

2. Üniversitelerin istihdam alanı olan iyi bölümleri (Tıp, Diş Hekimliği, Eczacılık, Hukuk, Köklü üniversitelerin Mühendislik bölümleri vb. ) kontenjanları mahduttur/sınırlıdır. Ayrıca bu bölümlerde okuyacak öğrenciler, daha ilkokuldan itibaren derslerini günü gününe çalışarak/öğrenerek kendisini bu zorlu eğitimlere hazırlamış olmalıdır.  Bu hazırlığı yapmış olanları adilce seçmek için gereklidir merkezi sınav.

3.Lise sona kadar gezmeye/ eğlenmeye gider gibi okula gidip gelenlerin merkezi sınavlarda başarı gösterebilmesi mümkün değildir. Bu bir tercih meselesidir, burada “ bir yazık etme” den söz edilemez. Burada asıl tuhaf olan (kendisini akademik eğitime hazırlayan da hazırlamayan da ) herkesin üniversite okuma isteğidir.

4.”Eğitimde eşitlik ”ten fırsat eşitliği anlaşılmalıdır. Devlet okumak isteyen her bireye eşit imkânlar sunar, maddi imkânı yetersiz aile çocukları burs/kredi /yurt/parasız yatılı vb. imkânlarla da desteklenir. Bundan sonrası öğrencinin çok çalışması, başarılı olmasına bağlıdır. Kapasitesi düşük olan/yeterince çalışmayan ve başarılı olamayan öğrencilere haksızlık yapılmış olmaz.

5.İnsan psikolojisi başarısızlığı hazmetmek istemez, tembelliğinden kaynaklı başarısızlığının müsebbibi olarak hep sanal bahaneler (soruların zorluğu/cevaplarda kaydırmalar/ okulda anlatılmayan konulardan soru sorulması vb. gibi) üretir ve kendisini geçici olarak kandırır/ rahatlatır. Her merkezi sınav sonucu gördüğümüz serzenişler biraz da bununla ilgilidir. Bazı başarısız bireyler daha gerçekçidir, marifetmiş gibi ”çalışsam yaparım ama çok çalışmadım” der. İşte sistem tam da “çalışan”ı/ daha çok emek vereni ayırt etmektedir.

Beklentileri /hedefleri düşürmeliyiz. Velileri ve öğrencileri buna alıştırmalıyız. Her öğrenci üniversite okumak zorunda değildir. Hatta lise eğitimi bile zorunlu olmamalıdır. Ülkemizde böyle bir ihtiyaç yok. Bilakis sanayide çırak ve kalfa bulunamıyor. Ara eleman ihtiyacı/açığı her geçen gün yükseliyor. Anlayışlarımızı değiştirmeliyiz. Kendisini ilkokuldan itibaren akademik eğitime hazırlamayan/ sürekli ders çalışma alışkanlığı kazanamamış çocuklarımızı çıraklık eğitim merkezlerine, meslek liselerine yönlendirmeliyiz. Ülkemizin Mühendise ihtiyacı olduğu gibi en az onun kadar iyi yetişmiş bir ustaya da ihtiyacı olduğunu unutmamalıyız.

21 Haziran 2021 Pazartesi

KAMUDA ENGELLİ MEMUR İSTİHDAMI VE ÖĞRETMENLİK

 

 

                    Engellilik, toplumdaki hemen herkesi etkileyen, çok boyutlu, karmaşık, hassas, duygusal bir olgudur. Toplumumuzdaki insanların bir kısmı engelli, diğerleri de engelli adayıdır.  Her insan hayatının bir döneminde geçici veya kalıcı engellilik durumu yaşamakta,  ya da ailesinde, çevresinde engelli birey bulunmaktadır.  Ayrıca yaşlanmayla birlikte vücudumuzdaki bir çok organımızda işlev bozukluğu ve fonksiyon kayıpları yaşandığı bilinen gerçeklerdir. Bu açılardan bakıldığında hemen her insanın engelli bir bireyle doğrudan ya da dolaylı olarak teması bulunduğu söylenebilir. Günümüzde, gelişmiş ülkelerde hayat standartlarını yükseltmeye yönelik birçok düzenleme yapılmış olsa da, engelli bireyler eğitim, sağlık, istihdam, toplumsal yaşama katılım vb. konularda birçok güçlükler bulunmaktadır. Bu bağlamda ülkemizde de son yıllarda önemli adımlar atılmış, engelli bireylere bir çok pozitif ayrımcılık yapılmış, bir çok haklar sağlanmıştır ki bunlardan başlıcalar şunlardır;

 “Engelli Aylığı , Muhtaç Aylığı, Evde Bakım Aylığı, Vergi İndirimleri ve Muafiyetleri

Gelir Vergisinde Engelli İndirimi,Araç Alımında ÖTV Muafiyeti

 Özel Araç ve Gereçlerde KDV Muafiyeti ,Motorlu Taşıtlarda MTV Muafiyeti

Konutlarda Emlak Vergisi Muafiyeti, İthal Edilen Araç ve Gereçlerde Gümrük Vergisi Muafiyeti, Belediye otobüslerinde ücretsiz ulaşım,Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarının engellilere özel engellerine yönelik ücretsiz tekerlekli sandalye, protez, konuşma ve işitme cihazı verilmesi, gıda, barınma ve nakdi yardımlar, TCDD engelli kişilere tüm hatlarda, yüksek hızlı trenler de dahil, ücretsiz ulaşım hakkı ,Kredi Yurtlar Kurumunun burs ve yurt başvurularında engellilere öncelik ,Devlet Tiyatroları oyunlarının ücretsiz izlenebilmesi, Müze ve ören yerlerine ,milli parklar, tabiatı koruma alanları ve tabiat parklarına ücretsiz girişler, Türk Hava Yolları tarafından tüm iç hat uçuşlarındaki %20, dış hat uçuş ücretlerinde %25 indirim uygulanmaktadır,Engelli bireylere özel yapılan  “E-KPSS”  ile Devlet Personel Başkanlığı tarafından kamuya engelli memur alımları yapılmaktadır, Ayrıca bazı özel kurumlarca üretilen hizmet ve ürünlerde de engellilere yönelik  muhtelif ayrıcalıklar sağlanmaktadır.“

                     Engellilerin sosyal ve çalışma hayatındaki zorlukları, engelli bireylere pozitif ayrımcılığın gerekliliği hepimizin malumudur. Bu bağlamda ülkemizde engellilerin istihdamına yönelik , “E-KPSS”  devreye sokulmuş, eğitim durumları ve bu mezkur sınav sonuçlarına göre engelliler, bir çok kamu kurumuna memur olarak atamaları yapılmaya başlamıştır.  

 

 2/1/2014 tarih ve 2014/5780 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe konulan “Engelli Kamu Personel Seçme Sınavı ve Engellilerin Devlet Memurluğuna Alınmaları Hakkında Yönetmelik” hükümleri çerçevesinde, Milli Eğitim Bakanlığı da “görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunanlar hariç olmak üzere”  ilk ve ortaöğretim kurumlarımıza EKPS sınavı sonuçlarına göre, engelli öğretmen atamaları yapmaktadır.

 

Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen atama ve yer değiştirme yönetmeliğinin 10.maddesine göre;

 “Engellilerin ataması

MADDE 10 – (1) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunanlar hariç olmak üzere, engellilerin öğretmenliğe atamaları, 2/1/2014 tarihli ve 2014/5780 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe konulan Engelli Kamu Personel Seçme Sınavı ve Engellilerin Devlet Memurluğuna Alınmaları Hakkında Yönetmelik hükümleri çerçevesinde yapılır.

 

(2) Bu madde kapsamında öğretmenliğe atanacakların; öğrenim durumu yönünden mezuniyetinin atanacağı alan öğretmenliğine uygun olması ve eğitim fakülteleri dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olanların Bakanlıkça uygun görülen pedagojik formasyon eğitimi programını başarıyla tamamlanmış olması, yurt dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olanların ise yükseköğrenimlerinin ve pedagojik formasyon belgelerinin yurt içindeki yükseköğretim kurumlarına veya programlarına denkliğinin yapılmış olması gerekir.

 (3) Engelli adayların, 30/3/2013 tarihli ve 28603 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Özürlülük Ölçütü, Sınıflandırması ve Özürlülere Verilecek Sağlık Kurulu Raporları Hakkında Yönetmelikte belirtilen sağlık kurumlarından rapor almaları ve engellilik durumlarının başvurdukları alan itibarıyla öğretmenlik yapmaya elverişli olması gerekir.

 (4) Bakanlığa atama izni verilen kadro sayısı ile sınırlı olmak üzere, illere ve alanlara göre atama yapılacak engelli öğretmen sayıları, ihtiyaç ve kadro durumu göz önünde bulundurularak Bakanlıkça belirlenir.” (Resmi Gazete Tarihi: 17.04.2015 Resmi Gazete Sayısı: 29329)

                    Yönetmeliğin mezkûr maddesi gereği sadece “görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunanlar hariç” diğer engellilerin öğretmen olabilecekleri ifade edilmiştir.

 

                         OECD-AB ve Türkiye verilerine göre, dünya nüfusunun yaklaşık %15’i engelli bireylerden oluşuyor. Engelli bireylerin hayatlarını kolaylaştırmak için, devlet ve toplum olarak hepimize düşen görevler var. Engellilerin kamudaki istihdamlarında,  engel durumlarına uygun, başarılı olabilecekleri mesleklere atanmaları hem onları hem hizmet verdikleri toplumu mutlu edecektir. Özellikle son zamanlarda yapılan düzenlemelerle engelli bireylerimize birçok ayrıcalık ve imkân tanınmıştır. İmkânlar geliştikçe engelli bireylere devletimizce yapılacak pozitif ayrımcılık da artacaktır, artmalıdır. Kamu ya da özel sektörde engelli istihdamı genişleyecek, engelli hakları artırılacaktır. Ancak,  engelli bireylerin kamudaki istihdamlarında, engel durumunun, mesleğin icrasında sorun teşkil etmemesine azami özen gösterilmelidir. Örneğin bir Polisin, bir Subayın, bir itfaiyecinin bedensel engelli olması kabul edilebilir bir durum değildir.  Her gün binlerce öğrencinin huzuruna çıkan, dersini anlatırken sınıf disiplinini de sağlama görevi bulunan, derslerde ve nöbetlerde öğrenciyi izleme, takip etme, sınavları yapma, okuma, değerlendirme görevi bulunan öğretmenlerin en azından belli alanlardaki engelleri, işlerini yapmada oldukça sıkıntı yaşatabilir. Konuşma (kekemelik), görme ve işitme engelleri bunların başında gelmektedir.  Eğitim uzmanı, Sağlıkçı ve Psikologlardan oluşturulacak komisyonca konunun tekrar ele alınması, öğretmenlerin görev tanımları da göz önünde bulundurularak, hangi engellere, hangi oranlarda sahip engelli bireylerin öğretmen olarak atanabileceklerinin değerlendirilmesi faydalı olacaktır. Öğretmen olarak atanması uygun görülmeyen engelli bireyler mağdur edilmemeli, engellerine uygun kamudaki diğer alanlara memur olarak atanmalıdırlar.