21 Ağustos 2025 Perşembe

Mehdi Gelecek mi?


 

Mehdi; Sözlükte “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfat olup “hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi” demektir.( https://islamansiklopedisi.org.tr/mehdi)

 

 

İslam tarihinde "ahir zamanda ortaya çıkacak ve dünyayı adaletle dolduracak bir kurtarıcı" anlamında “Mehdi inancı” yaygın şekilde kabul görmüştür. Ancak bu inanışın, Kur’an’ın temel ilkeleriyle, tevhid anlayışıyla  ne derece uyumlu olduğu tartışmalıdır.

 

Kur’an, İslam’ın ana kaynağıdır. Fakat Kur’an’ın hiçbir yerinde,  açıkça "Mehdi" den bahsedilmez.  Kur’an’da peygamberlik zincirinin, Hz. Muhammed (sav) ile sona erdiği belirtilmiştir:  "Muhammed, içinizden herhangi bir erkeğin babası değildir; fakat Allah’ın resûlü ve nebîlerin sonuncusudur." (Ahzâb 33/40)  Buna göre, son peygamberden sonra yeni bir kurtarıcı figür beklentisi, Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkeye ters düşmektedir.

 

 

  "Bir topluluk kendilerinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez." (Ra’d 13/11)  Bu ayet, kurtuluşun dışarıdan gelecek bir destekle değil, “toplumun kendi çalışması ve gayretiyle” olacağını açıkça ortaya koyar. Eğer insanlar zulüm ve haksızlık içinde ise, onları kurtaracak olan bir "Mehdi" değil, kendi iradeleriyle yapacakları ıslah çabalarıdır.

 

 

  Öte yandan Mehdi beklentisi, Müslüman toplumlarda “pasif bir kaderciliğe” yol açmıştır. "Nasıl olsa Mehdi gelecek ve her şeyi düzeltecek" anlayışı, çalışmayı ve sorumluluk almayı geri plana iter. İslam ise sürekli çalışmayı, adaletle hükmetmeyi, bireysel ve toplumsal sorumluluk üstlenmeyi emreder. Bu açıdan bakıldığında Mehdi inancı, İslam’ın ruhuna aykırıdır.

 

 Tarihte  pek çok kişi "Mehdi" olduğunu iddia etmiş, bu durum fitnelere, savaşlara, hatta ümmetin parçalanmasına sebep olmuştur.

 

Mehdiye ilişkin hadislerinin sıhhati tartışmalıdır Mehdi inancının kaynağı olarak kabul edilen hadislerin çoğu “zayıf veya uydurma”  kabul edilmiştir.

 Sahih hadislerde daha çok "Hz. İsa’nın nüzûlü" zikredilir; Mehdi’nin ismi ise genellikle sonradan eklenmiş veya şii-sünni siyasal mücadelelerinin bir ürünü olarak öne çıkmıştır.

 

İslam, bütün zamanlara ve bütün insanlara hitap eden evrensel bir dindir.

 Eğer İslam’ın yaşatılması için ahir zamanda özel bir "kurtarıcı"ya ihtiyaç olsaydı, bu Kur’an’da açıkça belirtilirdi.

 Oysa Kur’an, insanlara sürekli “akıl, irade, sorumluluk ve adalet”  ilkelerini hatırlatır; kurtarıcı beklentisini değil,  aklı kullanma ve çalışma öğütlenir,

 

Sonuç olarak, Mehdi inancı, İslam  tarihinde önemli bir yer edinmiş olsa da: Kur’an’da dayanağı yoktur. Bireysel ve toplumsal sorumluluğa aykırıdır. Tarihi süreçte birçok istismara yol açmıştır. Binlerce sahte mehdi ortaya çıkmıştır.

 

Dolayısıyla İslam açısından beklenen kurtuluş, dışarıdan gelecek bir "Mehdi" değil, Kur’an’a ve Peygamber’in sünnetine bağlı kalarak her bireyin ve toplumun kendi gayretiyle gerçekleştireceği ıslah hareketidir. Hakiki Mehdi, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. O, her çağda insanları hidayete yönelten tek rehberdir.

 

 

 

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Tesettürlü Annelerin Dekolteli Kızları

 


Eskiden çocuklar, aile büyüklerinden ve dar çevrelerinde ne görürse onu yapar, inanç dünyası, kişiliği ve yaşam biçimi de genelde ailesine, çevresine benzerdi. “Anasına bak kızını al” sözü de muhtemelen bu minvalde söylenmişti.

Günümüzde öyle değil, ilginç bir dönemde yaşıyoruz. Eskiden çevre dediğimiz bireyin aile, iş, okul vb. yaşam alanıyla kısıtlı iken, günümüzde kişinin bütün gelişimini etkileyen  “çevre” alabildiğine genişlemiş neredeyse bütün dünya kişinin çevresi haline gelmiştir. Dolayısıyla günümüzde çocukların yetişmesi ve gelişmesini aile bireyleri, iş, eğitim vb. yaşam alanında bulunan dar çevre dışında ve ondan çok daha fazla dünyanın en ücra köşesindeki oluşumların etkisinde kaldığını unutmamalıyız.

Günümüzde çocukların kişiliğinin ve yaşam biçimlerinin oluşumundaki etkenlerde,  sosyal medya ve çevre ilk sırada yer alıyor. Bu da paradokslarla dolu bir aile profili doğurdu.

Üniversite sınav merkezlerinde, kuran okuyarak, tesbihler çekerek, dualar ederek sınavdaki kızına destek olmaya çalışan tesettürlü annelerin, sakallı babaların sınav bitiminde, kısa şortlu, dar kot pantolonlu, göğüs dekolteli, kolsuz penyeli kızlarıyla kucaklaşması ne kadar paradoks!

Yine mezuniyet törenlerinde boy boy resimleri paylaşılan abartılı makyajlı, mini etekli, iç çamaşıra benzer şortlu kızlar ve pardösülü anneler, sakallı babalar…

Düğün, nişan, nikah, sünnet, doğum günü  vb. cemiyet fotoğrafları da bunlardan farklı değil.  Mini etekli, dekolteli  kızlar--gelinler tesettürlü, sakallı anne-babalar….

Erkek çocuklarda da durum farklı değil. Mütedeyyin ailelerin üniversitede okuyan erkek çocuklarından ebeveyninin inanç/yaşam biçimine benzeyenlerin azlığı ortada.

Üniversitelerde başörtüsünün yasak olduğu 80’li-90’lı yıllarda gençlerimizde mücadele ruhu vardı. Yasaklara direnen, gençlik şuuru vardı. 28 Şubat'ın despot baskı rejimine karşı hemen her gün, polislerden dayak yemeyi göze alarak ülkenin dört bir yanında ciddi eylemler yapılırdı. Bu samimi, mücadele o kadar etkili oldu ki bu öğrencilerin samimiyetinden etkilenen seküler yaşam biçimine sahip ailelerin kız çocuklarından tesettür giyim tarzını benimseyenler bile olmuştu. Bu öğrenciler sadece despot yönetim zihniyetine karşı değil, aynı zamanda ebeveynlerine karşı da mücadele vermek zorunda kalırlardı.

Günümüzde durum değişti. Devlet, mütedeyyinlerin beklentilerinden çok öte bir özgürlük ortamı sağladı. 90’larda öğrenim hakkı için üniversitelere sokulmayan başörtülü kızlarımız, bugün tesettürlü giyim tarzları ile aynı üniversitelerde Profesör, Dekan, Rektör olabiliyorlar. Hiçbir kısıtlama olmaksızın kamunun her biriminde, her kademesinde tesettür serbest. Tesettürlü kaymakamlarımız valilerimiz bile var.  Demokratik alanda kazanılan mücadele maalesef sahada karşılık bulmadı. Gençlerimizde,  90’lı yılların samimi mücadeleci, direnişçi ruhundan eser kalmadı. Rahata alıştık, dini hayatta sağlanan beklenenin üstündeki dini özgürlükler dindarlarda maalesef rehavete neden oldu. Özü kaybettik, gösteriş ve şov yarışına girdik. Başörtülü kızlarımız, barlarda içki içen arkadaşlarına eşlik etmede beis görmediler. Maalesef “Dindar gençlik, dindar nesil yetiştirme” düşüncesi söylemden öte geçmedi.

Nerede Hata Yapıldı?

 Devlet dini hayattaki kısıtlamaları kaldırmakla kalmadı, dindarların hayal bile edemedikleri, beklentilerin çok üstünde haklar da verdi. Dini eğitim veren okullar çoğaldı, hemen her mahalleye İmam Hatip okulu açıldı. İlk ve ortaöğretim okullarında Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hayatı gibi dini içerikli seçmeli derler konuldu.  Diyanet İşleri Başkanlığı hemen her mahalleye yetişkinler için Kuran Kursları açtı, yetmedi, 4-6 yaş okul öncesi minikler için de ayrı Kuran Kursları açtı.  Üniversitelerimiz İlahiyat Fakültesi açma yarışına girdiler, hemen her üniversitemizde İlahiyat Fakültesi var. Devlet eliyle dindarların önüne sunulan bu imkânlar maalesef mütedeyyin kesimi yanılttı. Ebeveynler çocuklarının dini eğitiminden elini çekerek bu işi tamamen devlete havale etme kolaycılığına gitti.  Sonuç ortada. Hakkını vermemiz gerekir ki siyasi irade elinden gelenin fazlasını yaptı. Ama bu dönemde STK.lar  pek yoktu sahada. En önemlisi de ebeveynler, ihaleyi devlete havale etmenin rahatlığı ile yeterince ilgilenmediler çocukları ile.

Eğitim ve kültür seviyesi düşük bazı ebeveynler “ben yaşayamadım çocuğum yaşasın” moduyla çocuklarının yaptıkları her eylemi mubahlaştırdılar, ahlaki olmayan yaşam biçiminde bile adeta çocuklarını desteklediler. Durum o kadar yaygınlaştı ve normalleşti(!)  ki bir din görevlisinin, bir İmam-Hatibin bir Müftünün bir İlahiyat hocasının dekolteli kızları/gelinleri olabildi.  En kötüsü de  -bir nevi dini temsiliyet görevi de bulunan-bu kişiler bile kızlarının/gelinlerinin mini etekli, dekolteli mezuniyet, nişan, düğün vb. cemiyet resimlerini sosyal medya hesaplarında paylaşmakta beis görmediler.

“Küllüküm râin, ve küllüküm mes’ûlün an raiyyetihî”  “Her biriniz çobansınız, güdücüsünüz. Ve her biriniz, güttüğünüz sürünüzden, gözetip kollamakla vazifeli olduğunuz gruptan sorumlusunuz.”  

Hadis çok net;   bütün Müslümanlar fert fert sorumlu güttüklerinden.  Bunu ıskaladık maalesef.

Sonuç;

Değişim kaçınılmaz. 30-40 sene öncesinin modası, giyim tarzı ile günümüz gençliğinin tarzı elbette aynı olmayacak. İllaki erkekler sakallı cübbeli, şalvarlı vs., kadınlar çarşaflı, pardesölü olsun diyen yok. Ancak tesettürlü bir annenin kızının da köçekleri aratmayacak tarzda dekolteli oluşunun hiçbir izahı olamaz.

Ne yazık ki artık tesettürlü annelerimizin dekolteli kıyafetleriyle eğlence mekanlarında kızlı -erkekli muhabbet(!) ortamlarına dahil olan kızları var. Sakallı, beş vakit namazında babalarımızın oğullarının içkili eğlence mekânlarında görülmesi istisna değil artık

 Bir anne sadece kendi tesettüründen, kendi yaşayışından sorumlu değil. Bir baba sadece aile efradının maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve bireysel ibadetlerini yapmakla sorumluluktan kurtulamaz.

“Din güzel ahlaktır” Çocuğuna,bilgi, inanç, yaşayış vs. olarak  bunu veremeyen ebeveynler, anne-babalık sorumluluğunu tam olarak yerine getirememiş olduklarını unutmamalıdırlar.

.

12 Mayıs 2025 Pazartesi

İyi Okul mu, İyi Öğrenci mi?

 


                                                                                                                                      

          

                    Bütün dinler, bütün peygamberler ve bütün kutsal kitaplar hep insanı terbiye etmek için gelmişlerdir. Eski çağlarda büyük oranda dinlerin yerine getirmeye çalıştığı yeni nesli hayata hazırlama faaliyeti, günümüzde kurumsallaşmış, modern araç-gereçlerle donatılmış devlet bütçesinden giderleri karşılanan okullarca yapılmaktadır. Eğitimin amacı genel olarak, “genç nesilleri toplum hayatına hazırlamak, onlara yaşamları için gerekli olan bilgi ve beceri kazandırmak, bir meslek edindirmek...“olarak açıklanır. Eğitimin sistemli olarak yapıldığı yerler ise okullardır.

 

           Günümüzde hangi alanda olursa olsun, mesleğinde emsallerine göre daha başarılı olan ve temayüz eden kişilerin genelde iyi eğitim aldıkları, bunun için de “iyi okul” lardan mezun oldukları görülmektedir. Bu manada ülkemizde İtü, Odtü, Boğaziçi ve İstanbul üniversiteleri eskiden beri ön plana çıkmış yükseköğretim kurumlarıdır. İlk ve Orta öğretim kurumları için de, her bölgede “iyi okul” olarak kabul edilen okullarımız vardır. Ebeveynler, çocuklarını bu okullarda okutabilmek için, hatırı sayılır bağışlar başta olmak üzere hemen her yola başvururlar.

     

Ülkemizdeki tüm okulların müfredatları her seviyede (ilkokul, Ortaokul, lise )  aynıdır, öğretmenleri de aynı fakültelerden mezundurlar. Ders kitapları da aynıdır. Okulun fiziki imkânları ve donanımlarında küçük farklılıklar olabilir anca bu durum okulun akademik başarısını çok fazla etkilemez. Yani bahçesi derslik ve koridorları daha düzgün daha bakımlı, teknolojik cihazlarla donatılmış okullarda akademik başarının çok yüksek olacağı varsayımı pek doğru değildir. Akademik başarıda en büyük pay (%70-80) öğrenciye aittir, öğrencinin çalışmasına aittir. Akademik başarı için öğrencinin çok zeki olması gerekmez, başarı için düzenli ve sürekli çalışma yeterli ve gereklidir.  Tabi ki öğrencinin başarısını motive eden, destekleyen, ona çalışma ortamı hazırlayan ebeveynin önemi de inkâr edilemez. Ortalama zekâya sahip bir öğrenci her gün ciddi bir şekilde 3-4 saat ders çalıştığında ülkemizde başaramayacağı sınav yoktur. Yani “iyi okul” aslında “iyi öğrenci” lerin bulunduğu okul demektir. İktisatta kullanılan  “para parayı çeker” sözü gibi eğitimde de bir yöredeki  “iyi okul” olarak bilinen okullara bölgedeki “iyi öğrenci” ler gelirler okulun totalde başarısı artarak devam eder. Kısaca “iyi okul, iyi öğrencilere sahip okul” demektir. Yani iyi okul yoktur, iyi öğrenci vardır.İyi okul” olarak bilinen okullar, daha kaliteli eğitim verdikleri için değil,  “iyi öğrencileri” bünyelerinde barındırdıkları için”iyi” oldukları unutulmamalıdır.

 

   Eğitim sistemimizdeki akademik başarının olmazsa olmaz şartı, asgari ortalama zekâya sahip olmanın yanında sürekli ve düzenli kitap okuma ve ders çalışma alışkanlığı kazanmış olmaktır. Küçüklüğünden beri hemen her gün aksatmadan kitap okuyan ve düzenli olarak günün 3-4 saatini ders çalışmaya ayırabilen bir öğrencinin eğitim sistemimizde başaramayacağı sınav yok gibidir.  Tabi ki sürekli çalışma zordur, uzun bir zaman ve çok emek ister, birçok öğrenci bunu doğal olarak başaramaz. Üstün akademik başarı hedefleyen ebeveynler, çocuklarını takip etmeli, küçük yaşlardan itibaren kitap okuma ve ders çalışma alışkanlıklarını onlara mutlaka kazandırmalıdırlar. Çocuklarının akademik eğitim almasını hedefleyen ebeveynler, daha ilkokulun başından itibaren işi sıkı tutmalı, “ihaleyi” tamamen okula ve öğretmenlere yıkma kolaycılığına düşmeden çocuğuyla her daim ilgilenmeli, çocuğunun kitap okuma ve düzenli ders çalışma alışkanlığı kazanmasını sağlamalıdır. Ebeveynler, çocuklarıyla derslerin değerlendirmesini yapmak suretiyle öğrenmeyi pekiştirebilirler.  İddialı, hedefleri olan bir öğrencinin çalışma odasında, televizyon, bilgisayar, akıllı telefon vb. cihazlar asla bulunmamalıdır.

 

Akademik başarıda öğrenci çok önemlidir, eğitime, öğrenmeye yönelik ilgisi, kaygısı, heyecanı olmayan, yeterli ve düzenli çalışmayı başaramayan öğrenciden, ne yaparsanız yapın sonuç almanız mümkün değildirdir. Teknolojik cihazlarla donatılmış en güzel okullar, özel öğretmenler ve, en pahalı özel okul imkanları da da sunulsa, eğer öğrenci, kendinden bekleneni yerine getiremiyorsa hepsi boşunadır, asla sonuç alınamayacaktır.iyi okul” denilen okullara, değer katanın o okullara gelen “iyi öğrenci”ler olduğu asla unutulmamalıdır.

 

“Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözü unutulmamalı, çocukların arkadaş çevresi sürekli gözetlenmelidir. Çocuklar, kendi yaş grubu akranları ya da kendi yaşlarına yakın kişilerle daha iyi iletişim kurarlar. Akraba çevresinden, komşulardan, dost ve tanıdıklardan çocuklara idol olabilecek, çocuklardan bir-iki yaş büyük, düzenli ve sürekli çalışma alışkanlığı kazanmış akademik başarısı yüksek öğrencilerle çocukların sık sık görüştürülmesi faydalı olacağı unutulmamalıdır.

6 Mayıs 2025 Salı

Uğurlu mu, Uğursuz mu?

 


 

Uğursuzluk, sözlükte “işlerin ters gitmesine yol açtığına inanılan nesne, olay, fiil ” anlamına gelir. Uğur ise insana mutluluk, iyilik ve şans getireceğine inanılan durumdur.

Eski çağlardan beri insanlar çevrelerinde gördükleri birtakım şeylerde ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inana gelmiştir. Çağımızda da bu anlayışı benimsemiş pek çok kişi ve topluma rastlamak mümkündür.

 

Hıristiyan geleneğinde ayın on üçüncü günü, binaların on üçüncü katı, on üç kişinin yan yana bulunması gibi pek çok uğursuzluk anlayışı mevcuttur.

Ortaçağda, ayna kırmak, kara kedi görmek, merdiven altından geçmek, gece tırnak kesmek uğursuzluk olarak algılanırdı..

 

Çin kültüründe dört sayısı ölüm kelimesinin telaffuzuna benzediği için uğursuz kabul edilir.. Kuzeye bakan evlerin, gece havlayan köpeğin, gece tırnak kesmenin, makarnayı keserek yemenin (hayatı kısaltmak anlamına geldiği için) uğursuzluk getirdiğine inanılır. Japonlar’da da aynı sebepten dolayı dört sayısı uğursuzdur. Yemek yeme çubukları yiyeceğe saplanmaz, zira bu hareket sadece ölü ritüelinde yapılır. Kuzeye karşı yatıp uyunmaz. Cenaze arabası geçerken başparmak saklanır.

Güvercin, karga, baykuş ve hüdhüd gibi kuşların uçuşundan uğursuzluk anlamı çıkarma anlayışı eski bir geçmişe sahip olup Bâbil ve Mısırlılar gibi Yahudi ve Hıristiyanlarda da mevcuttu. Câhiliye Arapları kuşların yanı sıra bir kısım özellikler taşıyan insanlarla kulağı yarık, boynuzu kırık hayvanları ve bazı sesleri de uğursuz kabul ederlerdi.

 

Kültürümüzde de, bir binanın çatısına baykuş konması, geceleyin köpek uluması, kapı önünde oturmak, elden bıçak, makas, sabun alınması vb. gibi  uğursuzluk olarak kabul edilen birçok batıl inanış bulunmaktadır. Uğur böceği ismi verilen küçük sevimli böceğin görülmesi de “uğur” olarak kabul edilir.

 

Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk bulunmadığı gibi hiçbir şey başlangıçta uğurlu da değildir. Uğursuzluk herkesin kendinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Eşya kendi kendine uğurlu veya uğursuz olamaz; onun iyi kullanılması hayır, kötü kullanılması şer getirir. Kullanımdan kaynaklanan hataları nesne ve olaylara atfederek onları uğursuz kabul etmek doğru değildir

 

Halk arasında kullanılan, “Uğurlu geldi, uğursuzluk getirdi” gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.

Ay ve güneş tutulması, köpeklerin uluması, baykuşun ötmesi, kedi ve köpeğin yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, ayrıca merdiven altından geçmek, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak, tırnak kesmek,  bazı ayların, günlerin, eşyaların, rakamların, bazı hayvanların, bazı isimlerin vb. şeyde uğursuzluk bulunduğunun kabul edilmesi,  birer batıl inançtır,  şirktir.Ayrıca bir şeyi uğursuz sayma, akla ve bilimsel verilere de aykırıdır.

 

Uğur –uğursuzluk inancı da, nazar, büyü, fal vb. gibi batıl inançlardandır. Kur`ân-ı Kerim`de uğursuzluktan söz eden ayetlerde uğursuzluğun gerçekliğinden söz edilmez, sadece inançsız kişilerin uğursuzluk inançlarına dikkat çekilir. (Yâ-sîn / 13-19; Neml/ 47; A`raf / 131.)

Bir rivayete göre Hz. Peygamber, “Uğursuzluk ancak üç şeyde, atta, kadında ve evde olur” buyurmuştur. (Buhârî, “Cihâd”, 47, “Ṭıb”, 54, “Nikâḥ”, 17)  Bu rivayet hakkında Hz. Âişe’nin görüşü sorulduğunda, “Kur’an’ı Muhammed’e gönderen Allah’a yemin ederim ki Resûlullah böyle bir şey söylememiştir; o yalnız Câhiliye halkının kadınla, evle ve atla uğursuzluk oluşabileceği yolundaki inancını bildirdi” cevabını vermiştir.

 

Sonuç olarak uğur –uğursuzluk inancı da, nazar, büyü, fal vb. gibi batıl inançlardan biridir. Dinle, akılla ve bilimle asla bağdaşmaz Bir şeyin uğur ya da uğursuzluk getirdiğine inanmak şirktir.

Günlük konuşmalarımızda yeni alınan bir ürün, yeni girilen okul, iş,  söz nişan, evlilik vb. cemiyet işlerinde “hayırlı,uğurlu olsun” dileğini sıkça kullanırız.  “Hayırlı olsun” dua cümlesidir, o işin o eylemin o kişiye hayırlar getirmesi için Allaha dua etmektir. “Hayırlı “ kelimesinin yanına eklediğimiz “uğurlu”  eklentisi fazlalıktır, batıldır, kullanılmaması daha uygun olur.

12 Mart 2025 Çarşamba

Yardımlaşma Nezaketinde Zirve; Sadaka Taşları

 Yardımlaşma Nezaketinde Zirve; Sadaka Taşları

 

         Türk-İslam medeniyetinin en güzel uygulamalarından biri olan Sadaka Taşları, çeşitli bölgelerde “Zekat Taşı”, “Zekat Kutusu”, “Dilenci Mihrabı”, “Hacet Taşı”, “İhtiyaçgah”, Fukara Taşı”, “Hayrat Deliği” gibi adlarla da ifade edilen, genellikle insanların kolayca ulaşabileceği cami, tekke, medrese, hastane, han, çeşme, külliye ve imaretlerin yanlarına, büyük meydanlara konulan, üstündeki oyuk kısıma ihtiyaç sahiplerinin almaları için para, altın vb. bırakılan özel taşlardır. 

         Sadaka Taşları, Selçuklulara  kadar uzanan, Osmanlı döneminde zirveye ulaşan,  yardım yapan ile yardım alanın birbirini görmediği, tanımadığı ve bilmediği böylece yardım alanın eziklikten korunduğu, verenin ise riya ve gösterişten uzak kaldığı bir zarif yardımlaşma sistemi, asalet ve merhametin simgesi, soğuk taşın adeta sıcak yüreğidir. 1.5- 2 metre yüksekliğinde, silindir veya dikdörtgen şeklinde mermerden yapılmış bu taşların üzerinde, para bırakmak için bir oyuk, çukur bulunur, hali vakti yerinde zengin, varlıklı kimseler, özellikle gece karanlığında taşın çukuruna yardımı, (sadakayı) bırakır, fakir ve yoksul da, buradan ihtiyacı kadar parayı alırdı.  

       Veren elin, alan elden üstün olduğunu ifade eden Peygamber Efendimizin sözü gereği, burada yardım edilirken davranış ve üslup, uygulama son derece önemlidir.. Bu taşlar, asırlardır asaletin ve merhametin simgesi olarak varlığını sürdürmüş, görevini ifa etmiştir.  Bu zarif yardımlaşma usulüyle, yardım yapılırken gizliliğe riayet edilmiş, ihtiyaç sahiplerinin incinmemesine azami hassasiyet göstermiş, fakir istemek zorunda bırakılmamıştır.  Yardımlar genelde geceleri karanlıkta bırakılır ve ihtiyaç sahiplerince de geceleri alınır, böylece ne bırakan, ne de alan birbirini görmez ve bilmezdi. Ayrıca taşın oyuğuna elini sokan birisinin yardım mı bırakıyor, ya da alıyor bilinmezdi.

         Sadaka taşları, Türk Milletinin kültür ve medeniyeti olarak ortaya koyduğu asalet, adalet, merhamet, fazilet, dürüstlük ve cömertlik anıtlarıdır. Bugüne kadar dünyada benzerine rastlanılmamıştır. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar bütün Türk coğrafyasının hemen her yerinde varlığı görülmektedir. Din, dil, ırk vb. ayırımı yapılmadan ihtiyaç sahibi herkes bu sosyal yardımdan faydalanmıştır.

      Atalarımızdan bize miras olarak kalan kültür değerimiz sadaka taşları, zamanla kendi hallerine terk edilmiş, birçoğu yıpranmış, kırılmış yok olmuştur.  Ne  işe yaradıkları dahi zamanla unutulan, ne olduğu pek bilinmeyen, az sayıda da olsa günümüze kadar ulaşabilen bu taşların koruma altına alınarak, bu güzel uygulamanın çocuklarımıza, gençlerimize, gelecek nesillerimize aktarılması en önemli vazifemizden olmalıdır.

 

Okulumuzda  Okulumuzda  

7 Ocak 2025 Salı

Muallim mi, Müellim mi?

 


Bilindiği üzere Kur’an-ı Kerimin ilk inen ayeti  “ikra” yani “oku” olmuştur (alak-1). Başka bir ayetinde de  “Bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağını” (zümer-9) belirten Kur’an, bilginin, öğrenmenin, öğretmenin önemini vurgulamıştır.

Hz. Peygamber de bir hadisinde “Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, ya da ilmi destekleyen ol. Beşincisi olma, helâk olursun!” demek suretiyle Kuranın öğrenmeye verdiği önemi açıklamıştır.

 Böyle bir dinin mensupları olarak Müslümanlar, tarih boyunca Kur’an-ı Kerim’den aldıkları ilhamla yaşadıkları bütün bölgelerde ilmin öncüsü olmuşlar, Tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb. dini ilimlerin yanında, fizik ve astronomi olmak üzere, tıp, cebir, kimya ve hendese gibi alanlarda da çığır açan adımlar atmışlardır. Dinimizin sarsılmaz ilkeleri ile yaşadıkları kâinatın muhteşem kuralları arasında dâhice bağ kurmuşlardır. Asırlara ürettikleri bilgi ve yaptıkları icatlarla hem kendi çağlarını hem de sonraki yüzyılları aydınlatmışlardır.

Günümüzde, bilgilerin organize bir şekilde yeni nesle aktarılması genelde okullarda öğretmenler eliyle yapılmaktadır. Pedagojide,  öğretmenin kişiliği, tutum ve tavrı, karakteri, muhataplarına yaklaşım tarzı vb. çok önemlidir. Öğrencinin kalbine girmeyi beceremeyen bir öğretmenin eğitimde başarı şansı oldukça düşüktür. Yine “hali ile gali” tutarsız olan, dediği ile yaptığı çelişen öğretmenin işi de zor olacaktır. Eğitimde üçlü saç ayağı olarak dile getirilen öğrenci-öğretmen ve velinin işbirliğinin önemi çok açıktır.  Bu üçlü ne kadar uyum ve dayanışma/ yardımlaşma içinde olursa eğitim sürecinden o kadar fazla verim alınacaktır. Öğretmenlerin veli  ( ev)  ziyaretleri yapmaları, öğretmen ve veli kaynaşmasını da sağlar. Böylece öğrencisini ve ailesini yakından tanıyan öğretmenin yapacağı rehberliğin daha verimli olacağı kuşkusuzdur.

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif ERSOY öğretmeni şöyle tarif eder;

“Muallimim diyen olmak gerektir imanlı

Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı”

 

Sosyolog, pedagog ve yazar Rahmetli Seyyid Ahmet Arvasî  ( 1932 - 1988) )  60’lı yıllarda Ağrı’nın Molla Şemdin köyüne ilkokul öğretmeni olarak tayin edilir. Başta muhtar Ömer Bey ve  Âbid Ağa  olmak üzere köyün ileri gelenleri kendisini karşılarlar. Kalacağı eve yerleştirirler. Her türlü ihtiyacı karşılanır. Fakat bir şey dikkatini çeker genç öğretmenin. Köylüler hitap ederken kelimenin üzerine basa basa “Müellim Bey!” derler. Ahmet Bey “Muallim” kelimesini telaffuzda zorlandıkları için “Müellim” dediklerini düşünür.

Kısa zamanda köylüyle kaynaşır. Köy odalarında ve evlerdeki sohbetlere katılır. Onlarla camiye gider. Cemiyetlerinde bulunur, bayramlarını kutlar. Köylüden kopuk öğretmen değil, onlardan biri haline gelir. Kendilerine tepeden bakmayan, onlarla oturup kalkan, sevinçlerini paylaşan, dertlerine ortak olan bu genç öğretmeni köylüler bağırlarına basarlar.

İş bu noktaya gelince kendisine söz birliğiyle “Muallim Bey” diye hitap etmeye başlarlar. Bu durum Ahmet Bey’in dikkatinden kaçmaz. Merakını gidermek için muhtara sorar. Muhtar Ömer Bey, ağır ağır konuşmaya başlar “Evet Muallim Bey! Sana Önceleri ‘Müellim’ dememizin önemli bir sebebi vardı: Bugüne kadar köyümüze gelen öğretmenler hep bizden uzak kaldılar. Bizim dünyamıza giremediler. Onların ayrı dünyaları vardı, bizimle ilgisi olmayan, Avrupa’dan ithal kimseler gibiydiler. İnancımızı ve töremizi hor görüyorlardı. Hatta değerlerimizle alay dahi ediyorlardı. Ne aramıza katılır ne de camimizin yolunu bilirlerdi. Hal böyle olunca bizler çok üzülür, “müteellim” olurduk. Bunun için onlara ‘elem, sıkıntı veren’ mânâsında ‘Müellim’ diyorduk.

Dinimizi ve töremizi hor gören ve bizlere tepeden bakan bu adamlara elbette “Muallim” diyemezdik. Onlara bilhassa ve kasden “Müellim” derdik.
Biliyorsun, “muallim”, “ilim öğreten” demektir. “Müellim” ise, “acı çektiren”, “elem veren” mânâsına gelir. Kusura bakma, sen köyümüze gelince, gâliba bir “müellim” daha geldi diye düşünmüştük. Allah’a hamdolsun ki, yanılmışız. Çünkü sen, “müellim” değil, gerçekten “muallim” imişsin!  der.

Ünlü eğitimcimiz Nurettin Topçu “ 40 yıl öğretmenlik yaptım, mabede girer gibi sınıfa (da abdestli) girdim” der.

Liyakat sahibi öğretmenin bilgisinin yanında,  görgüsü, davranışı, sorun çözmesi, idealizmi de önemlidir. Nitelikli bir öğretmen hoşgörülü, farklılıklara ve değerlere saygılı, sabırlı, açık fikirli, yardıumsever, esnek, sevecen, anlayışlı, esprili,  cesaretlendirici ve destekleyici vb. olmalıdır. 

İşte bu vasıflarla müzeyyen olan, müellim değil muallim olan öğretmenlerimiz kadim medeniyetimizi yeniden ihya edecek öğrencileri yetiştirecekler ve Türk Milleti tarihte olduğu gibi, dünya medeniyetinde hak ettiği yerini alacaktır.