23 Mayıs 2021 Pazar

Sigara Pandemisi

 


Yıllar önce bir eczanenin önünden geçerken, eczanesinin önüne koyduğu sandalyesinde sigarasını içmekte olan eczacı bana da sigara ikram etmeye çalıştığında;  “sen işi öğrenmişsin” diye takılmıştım. Ne demek istediğimi anladı mı bilinmez gülümseyerek sigarasını içmeye devam etmişti eczacı. Oysa korelasyon çok açıktı, sigara içen hastalanacak, ilaç firmaları/eczaneler daha çok ilaç satacak, daha çok kazanacaktı. Buna göre ilaç/sağlık  sektörü, ters gibi de görülse de  sigara içimini “çaktırmadan” desteklemesi makul bir durumdur.

Sigara Tarihi Özeti;

Beş asırdır hayatımızda sigara.1492'den önce: Amerika kıtasının yerlileri tedavi ve dini amaçlarla tütün üretimi yaptıkları biliniyordu. 1492: Kristof Kolomb Amerika'yı keşfetti. Avrupa'ya döndüğünde yanında bu kıtada daha önce hiç görülmemiş olan tütün tohumları ve yaprakları vardı. Kolomb'un mürettebatından Rodrigo Jerez tütün içerken görüldü ve şeytan tarafından ele geçirildiği iddia edilerek hapis cezasına çarptırıldı.

1556: Fransa ilk defa tütünle tanıştı ve Jean Nicot kısa zamanda tütün içmeyi popüler hale getirdi (19. Yüzyıl bilim adamları "nikotin" olarak tanınan kimyasal maddeye onun adını verdiler). 1565 yılına gelindiğinde, tüm Avrupa'ya yayılan tütün alışkanlığı, ünlü İngiliz aristokratı ve şairi Sir Walter Raleigh'nin tütün içmeye başlamasıyla, İngiltere'ye de girdi.

1610: Japonya'da tütün üretimi ve içimi yasaklandı. 1612: Amerika'da Virginia'da ilk defa ticari tütün ekimi yapıldı ve başarıya ulaştı. 1634: Maryland kuruldu. Maryland'de de tütün üretimine başlandı. Rus Çarı tütün içimini tüm Rusya'da yasakladı. Tütün içerken yakalananların ceza olarak burnu kesiliyor, suçun tekrarı halinde ölüme mahkûm ediliyorlardı.

1660: Tütün üreticisi olan Virginia ve Marland kolonilerinde kölelik başladı. Sayıları azalan beyaz uşaklar yerini kölelere bıraktı. Köle fiyatları tütün fiyatlarına göre belirlenmeye başlandı.

1676: New France Kolonisinde sokakta tütün içmek ve tütün taşımak yasaklandı

1739: Fransa, Kanada'dan tütün ithal etmeye başladı.

1761: İngiliz Doktor John Hill, "Cautions Against the Immodetrate Use of Snuff" (Aşırı Enfiye Kullanımına Dikkat) isimli ve tarihte bilinen ilk tütün-kanser araştırması olan raporunu yayınladı.

1800'lerin başı: Puro tüketimi, enfiye tüketimiyle rekabet etmeye başladı. Tütün çiğneme ve pipo kullanımı ortaya çıktı.

1854: 1856 yılında sona eren Kırım Savaşı başladı. İngiliz ve Fransız askerleri Türk tütünüyle tanışıp, onu Avrupa'ya götürdüler.

1881: ABD'de, John Bonsack ilk sigara yapan makinenin patentini aldı. Böylece ABD, günde 120.000 sigara üretmeye başladı. Bir makine 48 kişinin yaptığı işi yapıyordu. Üretim maliyeti düştü ve güvenli kibritin de icadıyla, sigara tüketimi bir anda patladı.

1889: Saint John Hastanesi sigaranın zararlarını ve gırtlak kanserine neden olduğunu anlatan bir kitap yayınladı.

1891: Kanada'nın British Colombia eyaletinde, 15 yaşından küçüklerin tütün içmesi yasaklandı.

1903: Kanada, İngiltere ve Amerika'da sigaranın zararları ciddi bir şekilde ele alınmaya başlandı, Kanada'da sigaranın yasaklanması için meclise kanun tasarısı verildi.

1914: Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla, sigarayı yasaklama hareketi sekteye uğradı hatta tüm dünyada, cephedeki askerlere tütün yollama kampanyaları başladı.

1920'ler: Tüm dünyada sigara kullanımı hat safhaya ulaştı, bir yılda tüketilen sigara sayısı milyarları buldu.

1930: Almanya'nın Köln Üniversite'si bilim adamları sigara ve kanser arasındaki ilişkiyi istatistiksel olarak ortaya çıkardı.

1938: John Hopkins Üniversitesi doktorlarından Raymond Pearl sigara içenlerin, sigara içmeyenlere oranla daha genç yaşta öldüklerini belirtti.

1939: Almanya Polonya'yı işgal etti ve İkinci Dünya Savaşı başladı. Cephedeki askerlere sigara taşınmaya başlandı.

Bu sırada Alman bilim adamları sigara ve kanser arasındaki ilişkiyi daha derinlemesine inceleyen yeni bir istatistiksel rapor yayınladı.

1943: Dünya yetişkin nüfusunun yaklaşık %60-%80'nin sigara içiyordu.

1944: Amerikan Kanser Derneği, sigaranın sağlığa zararlı olabileceğini belirtti. Akciğer kanseri ve sigara arasındaki ilişkinin henüz kesinlik kazanmadığını ama gene de dikkatli olunması gerektiği hakkında halkı uyardı.

1947: Kanadalı Doktor Norman Delarue akciğer kanseri hastalarının %90'ının sigara tiryakisi olduğunu gösteren bir araştırma yayınladı.

 

Sigara, Ekonomi ve Sağlık

Nüfusu sekiz milyara ulaşan dünyamızda tütün önemli bir endüstri ürünü olmaya devam ediyor.

Sigara satışı, sektöre yaklaşık yıllık 200 milyar dolarlık (yaklaşık 1 Katrilyon 650 Trilyon Türk Lirası) bir gelir sağlıyor ve tabii parayı paylaşan dev sigara şirketleri, her yıl biraz daha devleşiyor.

Ancak, bu kadar dev bir ekonomik faaliyet, insanlığın faydasına/hayrına/zenginleşmesine/yaşam kalitesine hiç katkı sağlamıyor, bilakis, birçok maddi kayıplara,  hastalıklara ve yılda 8 milyondan fazla insanın ölümüne neden oluyor

Dünya Bankası, sigaradan kaynaklanan hastalıkların maddi bedellerini, bu hastalıklar yüzünden oluşan iş kaybını, sigara tiryakilerinin kaybettiği iş gücünü, yangın kayıplarını ve sigaraya harcanın parayı hesaplayarak, tüm bunların dünya ekonomisine yılda net 200 milyar dolar kaybettirdiğini ortaya çıkardı. Ne yazık ki, bu kaybın yarısı gelişmekte olan ülkeleri kapsıyor.

Dünyada her yıl 8 milyon insan sigaradan hayatını kaybetmektedir. (https://www.sabah.com.tr/saglik/2020/02/09/her-yil-8-milyon-insan-sigaradan-oluyor)

Eğer, gerekli önlemler alınmazsa bu sayı, önümüzdeki yıllarda  10 milyona ulaşacağında şüphe yok.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) dünyada en büyük sağlık sorunun sigara olduğunu ilan etmiştir. (https://www.islamiforumlar.net/konu/dunyanin-en-buyuk-saglik-sorunu-sigara.6086/)

Ülkemizde  her yıl 100 binden  fazla insanımızı erken yaşlarda sigaraya kurban vermekteyiz;

(https://www.haberler.com/turkiye-de-sigaradan-her-gun-300-kisi-oluyor-10765156-haberi/)

Her yıl 100 bin kişi ne anlama geliyor?

Her gün 1 uçak düşüyor ve 300 kişi ölüyor,

Her yıl deprem sel, yangın vb. doğal afet nedeniyle yüz bin nüfuslu bir şehrimiz haritadan siliniyor.

Gelişmiş dünya ülkeleri tehlikenin farkına vardılar,

Gelişmiş ülkeler sigaraya karşı en sert önlemleri almaya devam ediyorlar.  Dünya sağlık örgütü her gün yeni önlemlerle sigara mücadelesini sürdürüyor.

Ülkemizde maalesef bu konuda yeterli önlemlerin alınmasında geç kalınmış, bırakınız önlem almayı bazı tuhaf uygulamalarla (1934’lü yıllarda hastanede yatan hastalara sigara verilmesi,1930’lu yıllardan itibaren (elli yıl) askere sigara istihkâkı verilmesi,60 lı yıllardan itibaren sinema filmlerinde yoğun bir sigara teması işlenmesi, filmlerdeki bütün jönlerin sigara kullanması vs.) devlet eliyle adeta sigara içimi özendirilmiş olsa da,  nihayet 1996 yılında sigarayla mücadele konusunda   ilk ciddi adım atılmıştır.

Ülkemizde   sigara yasağına yönelik ilk kanun, merhum  Prof.Dr.Necmeddin ERBAKAN’ın başbakanlığı döneminde  7 Kasım 1996 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren 4207 no’lu “Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun idi.  Bu kanuna göre “Sağlık, eğitim-öğretim ve kültür hizmeti veren yerler ile kapalı spor salonlarında ve toplu taşımacılık yapılan her türlü nakil vasıtaları ve bunların bekleme salonlarında, kamu hizmeti yapan kurum ve kuruluşlardan beş veya beşten fazla kişinin görev yaptığı kapalı mekanlarda tütün ve tütün mamullerinin içilmesi” yasaklanıyordu.

Gelişmiş ülkelerdeki bu uyanış, tütün şirketlerini gelişmekte olan ülkelere yöneltmişti.

Asya’da pek çok kafe, bar ya da benzeri yerler sigara firmaları tarafından dekore ediliyor, özendirici posterler asılıyor, gençler "Marlboro Man" olmaya heveslendiriliyor. İnsanları sigaraya alıştırmak için bedava sigara bile dağıtılıyor.

Sigara bağımlılık yapan bir pandemidir

Sigaranın bağımlılığı "eroinden daha fazla"dır. Sigaradaki nikotin, ciddi bağımlılık yapan bir maddedir, insanları genellikle yetişme çağında kendisine esir etmektedir.

İnsanlar sigaraya genç yaşlarda başlar ancak yaşlandıkça onu bırakmak zorlaşır. Ergenlik döneminde sigaraya başlayan çocuklar, hayatları boyunca sigara bağımlısı olma riski taşırlar.

Gençlerin 1/3'ü sigarayı denemektir ve bunların yarısı sigara bağımlısı olma riski taşımaktadırlar. Ne yazık ki, hayatındaki ilk iki sigarasını tamamen bitiren gençlerin %85'i sigara bağımlısı olmaktadır. Kısacası bir kere başlayınca bir daha zor bırakılan bu korkunç alışkanlık, her yıl giderek artan rakamlarda can almaktadır.

Sigara bağımlılarının, sigara içmek için kendilerince, zevk/keyif almak, sıkıntılarını unutmak, kilo almamak, gençler için bir gruba dahil olmak, büyüdüğünü ispatlamak vb. bir çok bahaneleri vardır.

Unutulmamalıdır ki Sigara zevk alınacak, sevilecek bir şey asla değil. Sigara zevk değil olsa olsa acı verir. İnsana dost değil düşmandır.  Bir insanın kendini çevresindekileri, hatta çocuklarını zehirlemesinden zevk alması düşünülemez

Sonuç;

Sigarayla mücadele, çetin, ciddi engelleri olan çok zor bir süreçtir. Yüzyıllardır sigara satarak “bir taşla adeta 5 kuş vuran” dev sigara endüstrisi ve yandaşları kolay pes etmeyecektir. Sigara  sömürücüleri, sigara satar para kazanır, tiryakileri hasta eder, ömür boyu kullanacakları ilaçları satar para kazanır, sigara bağımlısı hastalara hastane hizmeti verir para kazanır, sigara tiryakileri etraflarında başka tiryakiler oluşur….özetle tiryakiler hep kaybederken o dev  “yandaş” şirketler sürekli  kazanır.

Mücadele zordur ama imkânsız değil. Bu günlere nerelerden geldiğimize bakarak ümit var olabiliriz.  1996 yılına kadar ülkemizde herkes (aktif/pasif) sigara içiyordu. Şaka gibi, daha 25 sene öncesine  kadar   memleketimizde şehir içi/şehirler arası otobüslerde, dolmuşlarda, kafelerde, hastaneler dahil resmi kurumlarda … sigara içilir, adeta içmeyenler ayıplanırdı. 1930’lu yıllarda devlet hastanelerinde tedavi gören hastaların, 1980’lere kadar da askerlik görevini ifa eden gençlerimizin kışlalarında günlük sigara istihkakları vardı devlet eliyle bu “ihtiyaçları” karşılanırdı. Dini bayram günlerinde camilerde cemaate, bayram namazı çıkışında sigara ikram edilirdi. Sigara içen olmayan evlerde dahi, misafirlere ikram etmek üzere birkaç çeşit sigara bulundurulurdu. İlkokulda öğretmenimizin sınıfta ders anlatırken bir yandan da sigarasını içtiğini çok iyi hatırlarım. Toplu ulaşım araçlarında, sigara kaynaklı istifra (kusma) edenlerin kullanması için siyah naylon torbalar dağıtılır,  kusanların öğürtüleri eşliğinde sigaralar içilmeye devam edilirdi.

Çağımızın en büyük belalarından biri olan sigarayla mücadele, dünyada ve ülkemizde geç de olsa başlamış, yasal düzenlemeler yapılmıştır. Ancak bu büyük belanın sadece yasaklarla önlenmesi mümkün değildir. Bu bir süreçtir, eğitim, bilgilendirme, farkındalık yaratma sürecidir. Milli bir seferberlik başlatmalıyız. Bütün kurumlarımız, Milli Eğitim, Diyanet, Sağlık, Gençlik ve Aile Bakanlıklarıyla birlikte medya, STK.lar da taşın altına elini koymalıdır.

 Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığımız, sağlığa, çevreye, ekonomiye bu kadar zarar veren sigaranın dinimizce Haram olduğunu dile getirerek farkındalık oluşturmuştur. (https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/24366/sigaranin-haram-oldugunu-milletimize-anlatmaliyiz)

 Sağlık her şeyin başıdır. Sağlık olmadan hiçbir şey olmaz. Eğitimimizin birinci önceliği çocuklarımıza bu pandemiyi tanıtmak, insanımızı bu illetten kurtarmak olmalıdır.  

Muhibbi, mahlasıyla şiirleri yazan büyük padişahımız Kanuni Sultan Süleyman’ın nefis gazelinin bir beytiyle bitirelim.

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.

Olmaya devlet Cihanda bir nefes sıhhat gibi.

17 Mayıs 2021 Pazartesi

YANLIŞ ADRES

 

             

 

           Güneş batmak üzereydi. Güneşin etkisini yitirmesiyle sonbaharın serinliği iyice kendisini hissettirmeye başlamıştı.  Yerleri ıslatmış sağanak yağmur hala birer ikişer atıştırıyordu. Sabahtan beri ne bir lokma geçmişti boğazından ne de bir lahza dinlenebilmişti. Dolmuşa verecek parası da olmadığından saatlerdir yürüyordu . Eskimiş ayakkabıları su almış, parmak uçları delinmiş çorapları  ve ayakları ıslanmıştı. Üzerine giydiği eskiciden aldığı montu,  onu soğuktan korumaya yetmiyordu. Ama o bunlara alışıktı ve aldırmadan yoluna devam ediyordu.  Zira bu gün eşine ve küçük kızına güzel bir haberle dönmek istiyordu.

       

           Cebindeki buruşmuş ve ıslanmış gazete parçasını  yırtılmasın diye özenle çıkardı ve adresi bir kez daha kontrol etti. Evet adres doğruydu.  İş hanının kapısından içeriye girdi ve ağır ağır merdivenleri tırmanmaya başladı güzel hayallere dalarak. Nihayet beşinci katta, aradığı kapının önündeydi. Yorgun ve bitkin görülüyordu. Çok heyecanlıydı. Kalp atışlarının normale dönmesi için bir müddet bekledi ve sessizce bir şeyler mırıldanarak ellerini yüzüne götürdü. Şimdi biraz daha iyiydi. Cebindeki küçük aynasını çıkartarak üstünü başını kontrol ettikten sonra kapıyı çaldı ve içeriye girdi.  Masasındaki bilgisayarında çalışmakta olan adam, Ali'nin yüzüne bakmadan,

 

-“Buyur otur iki dakika “ dedi.

 Ali   gösterilen yere oturdu ve adamın işini bitirmesini beklemeye başladı. Oda sıcacıktı, zira  duvardaki klima sıcak hava üflüyordu. Gözü, odanın duvarında asılı duran tablolara takıldı Ali'nin. Hemen hemen hiç boş yer kalmamış, her tarafı tablo ve resimlerle süslenmişti duvarın. Adamın tam arkasında asılı duran fotoğraf dikkatini çekti birden Ali'nin. Tanıdık bir sima idi sanki. Kıyafeti hiç de yabancı değildi Ali’ye.  Alilerin memleketindeki kadınların yöresel giysileriydi bunlar. Bu arada masadaki adam işini bitirerek  Ali’ye döndü,  Ali ile göz göze geldiler.

 Ali,

    -“Aman Allah'ım olamaz” diye mırıldandı içinden,çok şaşırmıştı. Tekrar duvardaki resme baktı  bir de masadaki isimliğe, evet şimdi her şeyi  daha iyi anlıyordu: Masada oturan kişi Ali'nin ilkokuldaki sınıf arkadaşı Ahmet’ten başkası değildi. Yıllar önce en samimi arkadaştılar, nasıl tanımazdı Ali Ahmet’i?  Biraz kilo almış, saçları  seyrekleşmiş ve gözlük takmıştı. Duvardaki resim de annesi Kezban Teyzenin resmiydi.

     

      Ali, o eski günlerin hayaline daldı  farkında olmadan. İlkokul günlerini hatırladı.  Sivas’ın bir köyünde okumuştu ilkokulu. Babası memurdu. Öğrencilerin çoğuna göre  kıyafetleri daha düzgün, oyuncakları daha çoktu. Topu ve bisikleti bile olmuştu. Diğer çocuklar Ali ile arkadaşlık yapmak için  yarış  yaparlardı. Ahmet ise sınıfın en fakir öğrencisi idi. Babası o doğmadan önce ölmüştü. Annesi   Ahmet’i büyütüp okutabilmek için temizlik işlerinden ırgatlığa kadar yapmadık iş bırakmamıştı. Her bayram yeni elbise alamazdı Ahmet’e ama mevcutları bir tamir ederdi ki yenisinden daha güzel olurdu.  Oğluna babasının yokluğunu hissettirmemek için çok çalışır çok yorulurdu.

Zaman zaman Ahmet'e:

-“Benim yorgunluğum, senin okuyup büyük adam olduğunu gördüğümde dinecek oğlum” derdi . Fakat ne yazık ki  Ahmet’in büyüyüp  adam olmasını görememişti. O kadar çok çalışmayı kaldıramamıştı zayıf vücudu, sağlığı bozulmuş sık sık hastalanır olmuştu. Ahmet ilkokulun beşinci sınıfındayken annesini de kaybettikten sonra teyzelerinde kalmaya başlamıştı. Okulun ilk yıllarında daha samimi arkadaştılar Ali ile Ahmet.  Ancak yıllar geçtikçe hobileri de değişmiş Ali daha çok oyundan ve özellikle futboldan hoşlanırken, Ahmet, kitap okumaktan ve ders çalışmaktan zevk almaya başlamıştı. Ahmet ilkokul beşinci sınıfta  sınavını kazanarak yatılı bir okula gitmiş, ondan sonra bir daha da hiç görüşememişlerdi Ali ile Ahmet.

    

       Aslında Ali’de okulu ve okumayı seviyordu,  zeki de sayılırdı. Fakat bir türlü okulda beklenilen başarıyı  gösterememişti. Ne zaman ders çalışmaya başlasa en samimi arkadaşı Eray'ın” Önce top oynayalım, bisiklet binelim, hem kafanda bunlar varken ders aklına girmez” sözlerini hatırlar, Eray’la oynamaya gider, eve döndüğünde de yorgunluktan uyur kalırdı. Bunları düşündükçe biraz da Eray'ı suçluyordu ve “keşke Eray’la hiç tanışmamış olsaydım diyordu” Ali. Tam bu sırada öğretmeninin bir derste tanıttığı ve içerisinden bazı bölümler okuduğu kitabı hatırladı. Prof.Dr.Ali Fuat Başgil’in “Gençlerle Baş başa” isimli kitabıydı bu. Öğretmeninin  bu kitaptan okuduğu  bölümde , “hayatta başarılı olma yolundaki üç düşman”dan bahsediliyordu, bunlardan 1.cisi Tembellik, 2.cisi kötü arkadaş, 3.cüsü de kötü örneklerdi. Öğretmen sık sık bu tehlikelerden söz ederdi.  Aynı kitapta arkadaş olunacak kimselerde”Çalışkanlık, dürüstlük ve iyilikseverlik “ özelliklerinin aranması da öğüt veriliyordu. “Körle yatan şaşı kalkar”, “üzüm üzüme baka baka kararır” atasözleriyle Mevlana'nın “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” vecizesini de sık sık hatırlatıyordu öğretmen. O günlerde bunlara pek kulak asmamıştı Ali. Ama ne kadar da pişman olmuştu. Ahmet’in konumunu düşündü bir de kendisininkini. Ahmet okumuş doktor olmuştu, hem saygın bir mesleğe sahipti hem de diğer insanların acısını dindiriyordu. Ya kendisi... Ailesinin iteklemesiyle zar zor ortaokulu bitirebilmiş, askerlik çağına kadar gezip eğlenmiş, askerlik dönüşü uzun süre iş aramış ancak belli bir mesleği olmadığı için kalıcı bir iş bulamamış, yaşı otuzu geçmiş hala hayatını bir düzene sokamamıştı. Şu anda burada bulunmasının sebebi de buydu zaten. Gazete ilanında “Doktor muayenehanesinde temizlik işlerinde çalışacak  elaman aranıyor” deniliyordu.  Ahmet Ali’yi tanıyamamıştı. Çünkü Ali fiziken çok değişmiş,yılların yorgunluğu cildinde ve saçlarının renginde kendisini göstermişti. Bu nedenle olduğundan en az on yaş fazla gösteriyordu Ali. Karşısındaki Ahmet sanki kendi yaşıtı değildi.

          

          Ali bunları düşünürken Dr. Ahmet’in, “buyurun  kardeş, iş için mi gelmiştin?” dediğini zar zor duyabildi. Bu işe çok ihtiyacı vardı, fakat kendisini tanıtma cesareti yoktu Dr. Ahmet'e. Zira o zamanlar çok ders çalışıyor diye Ahmet’i az alaya almamışlardı arkadaşlarıyla. Neler neler söylememişlerdi ki: “İnsan dünyaya bir kez gelir”, “biz de öleceğiz sen de”, “şu ölümlü dünyada yaşamana, eğlenmene bakacaksın”, “ana kuzusu Ahmet, annesinin sözünden çıkıp bizimle oynamaya gelemez”,  “çok inekleme oğlum yakında möö sesi çıkaracaksın”......

 

         - “Yok “ diye cevap verdi Ali cılız bir sesle, “yanlış  adrese gelmişim” dedi ve oradan hızla ayrıldı gazetedeki diğer işaretli ilanların adreslerine doğru. 

 

PEYGAMBERİMİZLE ÖZDEŞLEŞMEK

 

            

 

             Bireyler, hayatlarında  idol olarak kabul  ettikleri kendilerince önemli  bazı şahsiyetleri örnek olarak alırlar ve onlar gibi olmaya çalışırlar.  Bu tabii psikolojik olayda önemli olan örnek olarak kabul edilen  şahsiyetin iyi belirlenmesidir. Aksi takdirde  yanlış seçilen örnekler sonucu kişilerin hayatlarında telafisi imkansız  zararlar meydana gelebilir.Bir hırsızın, bir kumarbazın ya da  alkol ve uyuşturucu müptelasının da örnek aldığı  kişiler vardır  mutlaka. O örneklerin bu kişileri getirdiği  sonuç ortadadır. Öyleyse asıl olan kendisine ve topluma faydalı, erdemli,çalışkan,dürüst vb.etik değerlere sahip kişilerin örnek alınmasıdır.

 

         Peygamberimiz Hz.Muhammet şüphesiz ki örneklerin en güzelidir. Kendi ifadesiyle “güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen” bir uyarıcı, güvenilir,merhametli,cesaretli, hakkı gözeten, sabırlı, sözünde duran,hoşgörülü,zamanını iyi değerlendiren,insanlara değer veren, ve danışarak iş yapan kısaca erdem olarak kabul edilen ne varsa hepsini bünyesinde toplayan bir şahsiyettir..Her Müslüman onun hayatının her anını kendisine örnek alıp öylece yaşamaya çalışmalıdır.

        

        Bir beşer olarak peygamberimize baktığımızda aslında onun bilhassa  şahsiyet özellikleri  bakımından peygamber Hz. Muhammet’ten  farklı olmadığını  görürüz. O, peygamber olmadan önce de bütün ahlaki özelliklerle donatılmış, toplumda örnek şahsiyet olarak gösterilen bir kişi idi. Hatta kendisine içinde bulunduğu toplum tarafından “el-Emin” (güvenilir insan) lakabı verilmişti. Toplumda sevilip sayılan ,hiç kötü alışkanlıkları  bulunmayan,  eşlerine bırakınız kaba davranmayı, sert bir söz dahi söylemeyen örnek bir aile reisi, örnek bir baba, namaz kılarken sırtına çıkan torunlarına bile hoşgörülü olabilen örnek bir dede idi. Camiye gelen küçük çocukların  gürültüsünden rahatsız olup “öcü” gibi çocuklara bakan hatta  hızını alamayıp o çocukları kulaklarından tutup cami dışına çıkartan  günümüzdeki bazı kişilerin, peygamberimizin namaz kılarken sırtına çıkan torunlarına  hoşgörü ile yaklaştığını hatırlaması gerekir.

        

          Danışarak iş yapar “istişare eden pişman olmaz” derdi. Hz. Ali, kızı Fatıma ile evlenmek istediğini peygamberimize bildirdiğinde o, kızına ve diğer aile fertlerine danışmış ve onların istekleri doğrultusunda karar vermiştir.Bir keresinde savaş için  askerlerin konuşlanacağı yer konusunda  askeri konuları daha iyi bilen bir sahabenin teklifiyle askerin yerini değiştirmiştir. Yine bir defasında da  hurmaları her sene aşılayan ve böylece daha fazla ürün alan çiftçilere” “aşılamasanız olmaz mı” demiş ve bunun üzerine aşılama yapılmayan hurma ağaçlarının verimi düşünce “dünya işlerini siz benden daha iyi bilebilirsiniz” diyerek hatadan dönmenin fazilet oluşunu  da göstermiştir.

              

            Peygamberimiz insanlara değer verir, insanlar arasında asla ayırım yapmaz, herkesle selamlaşır,konuşur ve   insanların  dertlerine derman olmaya çalışırdı. Bir  gün peygamberimiz arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederlerken yaşlı bir kadın gelerek peygamberimize,” Ey Allahın Peygamberi, sana anlatacak bazı sorunlarım var, yanıma gelir misin?” dediğinde Peygamberimiz,        ” Medine'nin neresine dersen geleyim, derdini söyle, dinleyip sana yardımcı olayım” diyerek insanlara ne kadar değer verdiğini göstermiştir.

 

       İnsan ilişkilerinin sağlıklı olmasının başta gelen koşullarından birisi de hoşgörülü olmaktır. Peygamberimiz daima hoşgörülüydü.Hata yapanlara kızmaz, onları güzel bir dille uyararak yaptıklarının yanlış olduğunu söylerdi.Kimsenin hatasını yüzüne vurmaz, toplum içinde küçük düşürmezdi. Kimseye karşı kin ve düşmanlık beslemezdi. Uhut savaşında yaralandığında düşmana beddua etmesini isteyenlere karşı çıkarak, “kendisinin rahmet peygamberi olarak gönderildiğini” söylemişti. Kendisine eziyet eden Mekkeliler için ise “ Allahım halkımı affet” diye dua etmiştir.  

        

          

 

 

 

                Peygamberimiz zamanını planlı programlı olarak kullanır ve iyi değerlendirirdi. Çalışması, ibadeti, insanlarla görüşmesi,hep düzenli ve planlıydı. Çevresindekilere de zamanlarını boşa geçirmemelerini ve iyi değerlendirmeleri gerektiğini  söylerdi.Bu konuda “İnsanların çoğu  iki şeyin kıymetini takdir etmezler. Bunlardan biri sağlık, diğeri ise boş vakittir.” demiştir.            

    

               Sözünde durmak, ve yalan söylememek bir erdem aynı zaman da “verdiğiniz sözü de yerine getirin” buyuran  kur’ani bir prensiptir. Peygamberimiz yapamayacağı konularda söz vermez, ama verdiği sözü de mutlaka yerine getirirdi. Bir hadisinde yalan söylemeyi ve verdiği sözde durmamayımünafıklığın belirtileri” olarak nitelemiştir.

     

           Dinimizin en çok önem verdiği değerlerden birisi de adalettir. Peygamberimiz her zaman adil davranmış, herkesin hakkını alması için çalışmıştır.Adalet konusunda insanlar arasında kadın- erkek, zengin-fakir, soylu-soysuz vb. hiçbir ayırım yapmamıştır. Bir keresinde Mekke’nin ileri gelen ailelerinden birisinin kızı suç işlediğinde, bazı aracılar peygamberimize gelerek   ona ceza verilmemesini istemişler, peygamberimiz ise bu duruma çok kızarak  sizden önceki milletler kanunları yoksul ve güçsüzlere uygularlar, zengin ve güçlü birisi suç işlediğinde cezalandırmazlardı, Yemin ederim ki suç işleyen kızım fatıma da olsa  onu cezalandırmaktan çekinmem” demekle adalet anlayışını ve hakkı gözetmesindeki kararlılığını  anlatmıştır.

 

          Peygamberimiz hayatın tüm sıkıntılarına sabırla karşı koymuştu. Yetim olarak dünyaya gelmiş,daha altı yaşında annesini kaybetmiş, dedesi ve amcasının yanında büyümüştü. Peygamber olduktan sonra da tebliğ sırasında çok sıkıntılar çekmiş eziyetlere uğramış, taşlanmış, horlanmış, kovulmuş, hatta öldürülmeye çalışılmış ama o yine de korkmadan yılmadan  kararlılıkla cesaret ve sabır örneği göstererek görevini en iyi şekilde yapmaya  devam etmiştir.

 

          İslamiyetin  önem verdiği konulardan birisi de temizliktir. Peygamberimiz “Temizlik imanın yarısıdır” diyerek dinimizin temizliğe verdiği önemi belirtmiştir. Günde beş vakit namaz için alınan abdest,  namaz kılmak için bedenin , elbiselerin ve namaz kılınacak yerin temiz olması şartları hep genel temizliği   hedefleyen unsurlardır. Peygamberimiz diş fırçası ve macunu bulunmadığı o dönemlerde bile diş temizliği ve diş sağlığı üzerinde önemle  durmuş ve  kısmen de olsa bugünkü diş fırçasının işlevini  gören ağaç  parçalarıyla (misvak) dişlerini temizlemiş ve arkadaşlarına da  misvak kullanmalarını şiddetle tavsiye etmiştir. Soğan ve sarımsak gibi kokusu diğer insanları rahatsız eden yiyecekler tüketildiğinde camiye gelinmemesi gerektiğini belirtmiştir.

       

             Peygamberimiz bir hadisinde de ”Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” diyerek  dinimizi tebliğdeki usül ve adabın nasıl olması gerektiği konusunda bizlere yol göstermiştir. Dinimizin bu prensibinden habersiz bazı cahil kişilerin, en küçük günah işlendiğinde bile yıllarca cehennemde kalınacağı söylenceleri ile  halkımızı dininden-inancından  nasıl soğuttukları, bilinmektedir.

 

         Her Müslüman hatta Müslüman olmayanlar için de Hz. Peygamberin hayatının her anı alınması gereken örneklerle doludur. Peygamberimizin hayatı dindarlığın mihenk taşıdır. Onu ne kadar çok örnek alabilir, ne kadar çok taklit edebilirsek o kadar iyi Müslüman olacağımız kesindir. Büyük şair Necip Fazıl KISAKÜREK, Peygamberimizin örnek ve ölçü almamızın önemini  bir  beytinde bakın nasıl güzel ifade etmiştir;

    “Müjdecim, Kurtarıcım, Rehberim, Peygamberim

     Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim

 

       Her Müslüman atacağı her adımda eylemini“peygamberimiz bu konuda nasıl yapmıştır, ya da peygamberimiz olsaydı şu anda nasıl hareket ederdi “ şeklinde bir değerlendirmeye tabi tutmalı, ona göre davranmalı yani bir nevi peygamberimizle özdeşleşmelidir. Ne mutlu onunla özdeşleşebilenlere.                                                                                               

                                                                                                        

DİNİ VE BEŞERİ BİR GÖREV OLARAK HASTA ZİYARETİ

 

 


 

       İslâm’ın  titizlikle korunmasını istediği beş esastan biri de  sıhhattir. (1) İnsana verilen sayısız nimetlerin en başında sağlık gelir. Zira, sağlık olmadan hiçbir nimet insana huzur ve saadet getirmez. O sebepledir ki; Cihan Padişahı Kanûnî Sultan Süleyman, bir nefes alıp verecek kadar sağlık içinde olmanın; dünyanın bütün nimetlerinden değerli olduğunu şöyle ifade etmiştir:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
( http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/hasta-ziyareti-ve-adabi)

 

 

        Sağlıklı olmak gibi hastalanmak da insani bir olgudur. Psikolojik özelliği gereği, üzgün, canı sıkkın ve morali bozuk olan hastanın, moral ve desteğe ihtiyacı vardır, sevdiklerini ve dostlarını yanında görmek ister. Kurallarına uyularak yapılan hasta ziyareti hastaya moral verir, iyileşmesine katkı sağlar, dostlukları pekiştirir ve ziyaret edene sevap kazandırır.

 Peygamberimiz    bir hadisinde;

Müslüman’ın, Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selamını almak, hastalanınca ziyaret etmek, cenazesine gitmek, davetine icabet etmek, aksırıp da elhamdülillah dediği zaman, yerhamükallah demektir.” [Müslim] buyurarak hastayı ziyaret etmenin insani olduğu kadar dini bir görev de olduğunu belirtmiştir. Başka bir hadisinde de hasta ziyareti yapan kimsenin cennet meyvesi yemiş gibi olacağını bildirmiştir: “Kim bir hastayı ziyaret ederse ziyaret süresince “cennet hurfesi” içindedir.Ey Allah’ın Elçisi! “Cennet hurfesi” nedir, denildi. Hz. Peygamber; “Cennet hurfesi, cennet yemişleridir” cevabını verdi. (Müslim, Birr, 42)

Peygamberimiz, Müslim- gayr-i müslim ayırt etmeden hasta olan bütün insanları ziyaret etmiştir (Ahmed b. Hanbel, III, 175). Hasta ziyareti  müslüman için dini bir görevdir. Çünkü Rasûlullah, mü'mileri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, "Sevilmede, merhamet ve şefkatte mü'minleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa diğer azalar da onunla beraber ızdırap duyarlar" (Buhârî, VIII, 12) buyurmuştur.


“Hasta ziyareti; hastanın hâl ve hatırını sormak, gönlünü almak ve gücü yettiğince ihtiyacını karşılamak demektir. Bu çerçevede hasta ziyareti müekked sünnettir. Vacip olduğu görüşünde olan âlimler de bulunmaktadır. Bir hastayı, bulunduğu yerleşim biriminde hiç kimse ziyaret etmez ve ihtiyaçlarını karşılamazsa orada yaşayan bütün Müslümanlar bundan sorumlu olurlar. Böylelikle tıpkı aç olanı doyurmak ve esir olanı esaretten kurtarmak gibi hasta ziyareti de farz-ı kifaye hükmünü alır.”
( http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/hasta-ziyareti-ve-adabi)

 

        

 Peygamberimizin bir sünneti olan hasta ziyaretinin, hem hasta hem de ziyaretçi açısından birçok faydası vardır. Hastayı ziyaret eden Müslüman, mümin kardeşinin derdi ile dertlenmiş ve onun acısını paylaşmış olur. Acılar, dertler ve sıkıntılar paylaşıldıkça azalır Ziyaretçi dini ve insani

görevini yerine getirmenin hazzını yaşar, sevap kazanır, hastanın morali düzelir, yalnızlık ve kimsesizlik duygusundan kurtulan hasta yaşama sevincine kavuşur.

 

        Ancak, öksürüğü, , ateşi, bulaşıcı bir hastalığı olanların hasta ziyareti yapmaması; yoğun bakımda  yatan, bulaşıcı hastalığı olan, bağışıklık sistemi bozuk olan,  mikroplara karşı savunma mekanizmaları oldukça zayıflayan ve  doktoru tarafından ziyaretinde sakınca görülen hastaların ziyaret edilmemesi gerekir.

            Ziyaret esnasında hasta için  dua edilir. Peygamberimiz hastalara dua edilmesini teşvik ettiği ve kendisinin de dua ettiği hadis kitaplarında bildirilmektedir. Meselâ sahabeden Sa’d ibni Ebî

1.İslam’da korunması emredilen beş temel esas; Din,can,akıl,nesil ve maldır.

Vakkâs (r.a.),”hastalandığımda Rasûlullah (sav) beni ziyarete geldi ve üç defa, “Rabbim, Sa’d’ı iyileştir” diye dua etti “ demiştir. (Müslim, Vasâyâ, 8) Hz. Aişe ‘nin bildirdiğine göre Peygamberimiz (sav); aile fertlerinden biri hastalandığı zaman sağ eliyle hastayı sıvazlayıp; “Ey bütün insanların Rabbi olan Allahım! Bu hastanın ıstırabını gider ve ona şifa ver. Şifayı veren ancak Sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Bu hastaya öyle bir şifa ver ki, onda hiçbir hastalık izi kalmasın.” diye dua etmiştir. (Buharî, Merdâ, 20)

 

Hasta ziyaretinin önemini şu kudsî hadis çok güzel bir şekilde açıklamaktadır;  “Allah Teâlâ kıyamet gününde şöyle buyurur: ‘Ey Âdemoğlu! Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Âdemoğlu, Allah Teâlâ’ya: ‘Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret edebilirdim?’ der. Allah Teâlâ: ‘Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Beni onun yanında bulurdun.’ buyurur.” (Müslim, Birr 43)

 

Her ziyaretin olduğu gibi, hasta ziyaretinin de  usulü,  adabı vardır ve ziyaretçilerinin  bunlara uyması gerekir.  

Hasta ziyaretinde   dikkat edilmesi gereken  hususların başlıcaları şunlardır;

a)Ziyaret için uygun bir zaman seçilmeli, mümkünse ziyaret saati, hasta evine önceden       bildirilmelidir

b) Ziyaret kısa tutulmalı, süre hastanın durumuna göre ayarlanmalı, hasta evinde hastayı ve ailesini sıkıntıya sokacak kadar uzun süre kalınmamalıdır.

c) Hastayı yorucu, üzücü, moralini bozucu söz ve davranışlardan sakınmalıdır.

ç Hastaya ve yakınlarına bir istekleri   olup olmadığı sorulmalı, varsa sıkıntıları, imkanlar ölçüsünde karşılanmalıdır.

d)Ziyarete  giderken  hastaya  zarar vermeyecek yiyecek-içecek, kolonya, çiçek vb. hediyeler götürülebilir.

e) .Yüksek sesle konuşmamalı, alakasız konularda, ziyarete gelen diğer konuklarla tartışmalar yapılmamalıdır.

f) “Geçmiş olsun, Allah şifa versin, inşallah çabucak kendini toparlarsın…” gibi cümlelerle hastaya moral verilmelidir.

g)Ziyarete mümkünse küçük çocuk götürülmemelidir.

h)Ziyareti ertelememeli, mümkün olan en yakın zamanda gerçekleştirmelidir.

ı)Ziyaret çok sıklıkta yapılmamalıdır.

 

         Sonuç olarak, sağlığını korumak insanın vazifesi  olduğu gibi, hastalandığı zaman    tedavi yollarına başvurmak  da onun önemli görevlerindendir. Hasta ziyareti, İslâm’ın önemle üzerinde durduğu, insanlar arasında sevgi, saygı,dostluk, kardeşlik  ve dayanışmayı artıran güzel bir davranıştır. Bir Müslüman için, hastanın akraba, dost, tanıdık, komşu vs. olup olmadığına bakılmaksızın,din ve ırk farkı gözetmeksizin imkanlar dahilinde tüm  hastaları ziyaret etmek, dini bir görev insanî bir erdemdir.. Hasta ziyaretinde bulunan Müslüman  hem sevap kazanır hem de insani görevini yerine getirmenin mutluluğunu yaşamış olur.


 

ÇOCUKLUKTA DİNİ GELİŞİM

 

                                                                                                                                   1


Çocuk ruhu, yetişkin insanlarınkinden tamamen farklı bir takım özelliklere sahiptir.[1] Bu nedenle çocuğu tanımak, onun ruh ve beden gelişimini doğru olarak tespit etmek, ona göre uygun olan eğitimi verebilmek için önemlidir. Çocuğun gelişim derecesine göre, eğitim ve öğretimin konuları, seviyesi ve süresi tespit edilmelidir. Meselâ, iki-üç yaşlarındaki çocuklara okuma-yazma öğretmek için çalışmak boşuna bir çaba olacaktır. Çünkü birey, belli bir olgunluk seviyesine gelmeden önce belli becerileri kazanamaz. Çocuğun gelişmesi dikkatle müşa­hede edilerek, belirli gelişim dönemlerinde, ona uygun eğitim yapılırsa başarıya ulaşılabilir. Kabiliyetler tam gelişmeden yapılacak eğitim başarısızlıkla sonuçlanacağı gibi, çocuğun öğretimden kaçması, okulu, kitabı, eğitimi sevmemesi gibi olumsuz sonuçlar da doğurabilir.[2] Din öğretimi bakımından konu daha da önemlidir. Çocuğun gelişim özellik­lerine uygun olarak yapılmayan din öğretimi fayda sağlamayacağı gibi, çocuğun ruh sağlığını da tehdit edebilmektedir.[3] Büyük İslam alimi Gazali bu konuda şöyle der: “Öğrencinin anlayışını iyi tespit et­mek, kaldırabileceği kadar ders vermek, aklının ermeyeceği veya kal­bine usanç getiren, yahut aklını zorlayan konuları tekrar edip durma­mak gerekir.”[4]

Bütün bunlardan dolayı din öğretiminde ferdin gelişim özellikle­rinin çok iyi bilinmesi ve bu özelliklere uygun eğitim ve öğretimin yapılması gerekmektedir.

Çocuğun gelişim dönemleri, daha iyi incelenebilmesi için, belli yaş gruplarına göre bir tasnife tabi tutulur. Psikoloji kitaplarında  bu tasnif genelde şu şekilde yapılmaktadır.[5]

a)Bebeklik Çağı                       : 0-2 yaşlar arası

b)İlk Çocukluk Çağı (Oyun)      :2-6 yaşlar arası

c)Son Çocukluk Çağı (okul)      : 6-12 yaşlar arası

Burada çocuğun  gelişim çağlarına göre dini gelişim durumlarının incelenmesi faydalı olacaktır.

Çocuk, bir din  duygusuna sahip olarak dünyaya gelmektedir. Psikoloji biliminin bu tespitine[6] Paralellik arz eden bir hadis de mevcuttur. Hz.Peygamber bu hadisinde “Her

                                                                                                                                    2

doğan fıtrat üzere doğar, fakat çocuğun ebeveyni (anne-babası) onu Yahudi iseler Yahudi, Hris­tiyan iseler Hristiyan veya Mecusi iseler, Mecusi yaparlar,”[7] demek suretiyle, bütün insanların dini kabul edecek kabiliyette dünyaya geldiklerini vurgulamıştır.

Bebeklik çağının sona ererek, ilk çocukluk çağının başladığı dönemde, çocukta doğuştan gelen din duygusu, yavaş yavaş uyan­maya ve kendisini hissettirmeye başlar.[8] Böylece üç yaşından sonra çocuk, dini bir söz, bir korku ve davranışla ilgilenmeye başlar.[9]

“Taklit çağı” ya da “oyun çağı” da denilen ilk çocukluk döneminde, çocuğun algı dünyası gelişir, çevresinin genişlemesiyle beraber kelime haznesi de zenginleşir. Buna paralel olarak da çocukta zihinsel, sosyal ve moral yönden gelişmelerle birlikte kazanılan tutum ve davranışlar, çocuğun benliğini oluşturmaya başlar. Ancak bu devrede dini inançlar henüz tam bir açıklıkla kavranamaz. Bu dönemde çevrede görülen her şey, çocuk tarafından taklit edilir. Etrafındakilerin, Allah’a dua ederken, namaz kılarken görülmesi, çocuğun bilincine girer. Fakat bu devrede henüz zihin yeterince gelişmediğinden, çocuk bu hareketleri bilinçli bir duruma sokamaz. Bu dönemdeki çocuğun kullandığı dini sözler, anlama sonucu oluşmuş değil, sadece taklit edilerek öğrenilmiştir. Bu dönemin başlarında çocukta animist, daha sonraları da antropomorfist anlayış görülmeye başlar.[10] Dört yaş civarında Allah hakkında fikir yürütmeye başlayan çocuklar için bu devre, dini dünyaya olan ilgilerinin altın çağıdır. Bu dönemde çocuk, Allah’ı büyük bir insan gibi hayal eder. Çevresindeki büyükler gibi Allah da çocuk tarafından, onun hizmetine hazır bir koruyucu olarak görülür. İlk zamanlarda hayale dayalı olan Allah an­layışı, zamanla bağlılık, güven ve saygı duygularıyla birlikte, evrensel bir otorite olarak Allah’a doğru yönelir. Altı yaşındaki çocuk Allah’ı evrendeki varlıkların yaratıcısı olarak tasarlar, fakat hâlâ O’nun gökte olduğunu düşünür. Ancak 10 yaşından itibaren çocuklarda soyut Allah inancı oluşmaya başlar.[11]

Çocuk, ilk çocukluk döneminde çevresinin diniyle ilişkiye gir­mekte, gelecekte yaşayacağı dini, bu dönemde temellendirmeye başlamaktadır.[12] Bu dönemde çocuklarda dini merak fazla olduğun­dan, dinle ilgili çok soru sorarlar   ve aldıkları cevapları tereddüt et­meden kabul ederler. Bu devrede çocuğun dini kavramları realisttir. Allah onun için, tanıdığı kimselerden farklı giyinen, saçı, sakalı olan kimsedir. Melekler, beyaz kanatlı insanlardır. Cennet, her isteğin karşılandığı yerdir. Bu dönem çocuklarının dine olan ilgileri ego­santriktir. Dua, istenilen bir

 

                                                                                                                          3

şeyin elde edilmesi için bir yol, Allah ise arzu edilen bir şeyi yerine getiren kimse gibi düşünülür.[13]

Çocuğun hayal gücü beş-altı yaşlarında iyice artar. Gittikçe gelişen öğrenme ve anlama merakı, dini alanda da kendini gösterir. Toplumun inançları çocuğu etkiledikçe, onda önceleri taklide dayalı olarak görülen din, yavaş yavaş zihninde anlaşılıp kavranmaya başlar. Çocuk, çevresinde oluşan, dini olay ve konular hakkında, devamlı sorular sorar. Dini hikayelerle, cennet, cehhennem, melek, şeytan, cin, doğum, ölüm, sevap, günah vb. konulara büyük bir merak duymaya başlar.[14]

İlk çocukluk dönemindeki çocuğun dini inanç ve tutumlarının oluşumunda, çocuğun ailesi etkili bir faktördür.[15] Çocuktaki dini uyanış yetişkinlerin ilgi, teşvik, destek ve örnek olmalarına büyük ölçüde bağlıdır. Çocuğun sorduğu dini içerikli sorulara büyükler tarafından verilecek doyurucu cevaplar onun dini uyanışına yardımcı olmak­tadır.[16]

“Okul dönemi”,“Son çocukluk veya “okul çağı” olarak da adlandırılan  dönem, ilköğretim birinci devresini kapsayan genellikle altı-11 veya 12 yaşlar arasıdır. Bu çağda çocuklar, beş duyuyu, bedeni, zihni, sosyal, ruhsal, psikomotor, vb. gelişimlerini yeterince tamamlamış, içinde bulunduğu toplumun değerlerini kabullenmeye, kurallarına uymaya başlamış,[17] kendilerine verilecek bilgileri anlamaya ve öğrenmeye hazır hale gelmişlerdir.[18] Hz.Peygamber de, yedi yaşından itibaren çocukların namaza başlatılmalarını tavsiye ederek[19] bu yaşın eğitim yönünden önemini vurgulamıştır.

Yedi yaşından itibaren genellikle, çocuğun Allah tasavvuru oldukça açıklık kazanmaya başlar. Bu dönemde çocuklar Allah’ın, kendisinin ve diğer varlıkların yaratıcısı olduğunu ifade edebilmekte,[20] günah, sevap, melek, şeytan vb. dini kavramların manalarını bilebil­mektedir. Altı yaşından önce Allah’ı, insani özelliklerle düşünen çocuğun, Allah anlayışında, yedi yaşından başlayarak 11 yaşına doğru seyreden gelişmeler görülür. Antropomorfik kavrayışın yerini git gide sembolik ve ruhani anlayış alır. Allah’ın insandan farklı olduğu, ve O’nun her yerde olduğu anlayışı gelişir. Nihayet 12 yaşındaki çocukta ruhanileşmiş bir Allah inancı kesinleşir.[21] Bu yaşlarda çocuk, hayali din duygusundan ziyade, yavaş yavaş zihinle anlaşılan bir dini kavramaya başlar.[22] Artık bu dönemde, çocukların Allah’ın varlığı konusunda şüpheleri bulunmamaktadır.[23]

                                                                                                                       4

Nitekim 7-12 yaşları arasındaki çocuklar üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda, kız ve erkeklerin nerede olursa olsun büyük oranda Allah’a muhtaç olduk­larını ifade ettikleri ve O’na güvenip bağlanmak, sığınmak istedikleri görülmüştür.[24]

Bu çağın başlarından itibaren çocukta çok derin ahlâk duygusu görülmeye başlar.[25] Yedi ilâ 11 yaşları arası, vicdan denilen üst-benin oluştuğu ve ahlâki şuurun geliştiği bir dönemdir. Çocuk 9-10 yaşlarından itibaren iyi-kötü, haklı-haksız kavramlarını ayırt edebilecek bir seviyeye ulaşmıştır.[26]

Buraya kadar görüldüğü gibi, din duygusuna sahip olarak dün­yaya gelen çocuk, üç yaşlarından itibaren dinle ilgilenmeye, dini içerikli sorular sormaya “antropomorfist” ve “egosantrik” anlayışla Al­lah’ı tasavvur etmeye, yakınlarında duyup gördüğü dini söz ve ibadetleri taklit etmeye başlamaktadır. Altı yaşından itibaren ise çocuğun bedeni, zihni, sosyal, ruhi ve psikomotor yönlerindeki gelişmelere paralel olarak, dini duygu ve düşüncelerinde de hissedilir ilerlemeler görülmektedir. Artık yedi yaşından itibaren çocuk, Allah’ı kendisinin ve bütün varlıkların yaratıcısı olarak görmeye başlamakta ve 11 yaşlarına doğru Allah tasavvurundaki antropomorfik anlayışın yerini giderek ruhani anlayış almaktadır.

Çocuğun bu dini gelişiminde, başta ailesi olmak üzere, sosyal çevrenin ve eğitimin etkisi bulunduğu[27], ve aynı zamanda onun inanç şeklinin de, büyük oranda gördüğü eğitime dayandığı[28] gerçeği, çocuğa bu dönemde verilecek din eğitiminin,ailede anne baba ve diğer fertlerin çocuğa iyi örnek olmalarının önemini ortaya koymak­tadır. Bovet’in de ifade ettiği gibi din duygusu kendiliğinden gelişir diye çocuğa din eğitimiyle yardımcı olmamak, onun zararlı etkilerin altında kalmasına sebep olabilir. Çocuğun gelişim özelliklerine uygun bir seviyede verilecek din eğitimiyle, onun dini gelişmesini        sağlıklı bir şekilde sürdürmesinin sağlanması, yetişkinlerin başta gelen görevle­rinden olmalıdır.

 

 

 

 

 

 

BİBLİYOGRAFYA

ARMANER, Neda,  Din Psikolojisine Giriş I, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980.

AY, Mehmet Emin, Çocuklarımıza Allahı Nasıl Anlatalım, Timaş Yay., İstan­bul, 1994.

BAYMUR, Feriha, Genel Psikoloji, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1984.

BİLGİN, Beyza,İslâm ve Çocuk, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, Ankara, 1991.

BOVET, Pierre, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi,İş Bankası Yay. Ankara, 1958.

DALATLAT, Ziya, Çocuk ve Genç Ruhu, Yeni Matbaa, Ankara, 1956.

GAZALİ, İhya-i Ulüm-id-din, çev. Ali Arslan, Arslan Yayınları, İstanbul, 1978.

GÖVSA, İbrahim Alaaddin, Çocuk Ruhu, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. İstanbul, 1952.

HÖKELEKLİ, Hayati, Din Psikolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993.

JACQUİN, Guy, Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri,  Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964.

JEFSİLD, T. Arthur, Çocuk Psikolojisi, çev. Gülseren Günce, S. Yay. Ankara 1979.

KOMİSYON,Çocuk Psikolojisi, çev. İ.N.Özgür, İbrahim Özgür Yayınları, İstanbul, 1979.

MÜSLİM, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccac el-Kuşeyri,Sahih,I-V,c. Beyrut, 1956.

ÖZBAYDAR, Belma, Din ve Tanrı İnancının Gelişmesi Üzerine Bir Araştırma, Baha Matbaası, İstanbul, 1970.

ÖZTÜRK, Muallâ, ”Din Eğitimi ve Çocuk Ruh Sağlığı”, Türkiye 1.Din Eğitimi Semineri, İlahiyat Vakfı Yayınları (Ankara, 1981), s.206-210.

PARLADIR, Selahattin, Din Eğitimi Bilimine Giriş, Anadolu Matbaacılık, İzmir, 1996.

PAZARLI, Osman, Din Psikolojisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982.

SELÇUK, Muallâ, Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler, TDV. Yay. Ankara, 1991.

VERGOTE, Antoine, ”Çocuklukta Din” çev. Erdoğan Fırat, Ankara Üniversitesi İla­hiyat Fakültesi Dergisi, XXII, (1978), s.315-329.

YAVUZ, Kerim, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1981.                                                                                                                           

 

                                                                                                                     .        

Kaynaklar

[1]İbrahim Alaaddin Gövsa, Çocuk Ruhu, MEB.yay. İstanbul 1952, s.27

[2]Halis Ayhan, Eğitime Giriş ve İslamiyetin Eğitime Getirdiği Değerler, Damla Yay., İstanbul,1982, s.193,194

[3]Bu konuda geniş bilgi için bkz. Muallâ Öztürk, “Din Eğitimi ve Çocuk Ruh Sağlığı, T.1.DES. İlahiyat Vakfı Yay., Ankara 1981, s.206-210

[4]Gazali, İhya-i Ulüm-id-din, çev. Ali Arslan, Arslan Yay.,İstanbul, 1978, I,232

[5]Haluk Yavuzer, Çocuk ve Suç, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul, 1982, s.13; Feriha Baymur, Genel Psikoloji, İnkılap Yayınevi, İstanbul 1984, s.57; Başaran,a.g.e.,s.40; Bekir Onur, Gelişim Psikolojisi, V Yay., Ankara 1986, s.15; Yavuzer, a.g.e., (1982), s.113; Neda Armaner, Din Psikolojisine Giriş,I, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1980, s.79,80; Bedii Ziya Egemen, Terbiye İlminin Problemleri ve Terbiye Felsefesi, AÜİF.Yay., Ankara, 1965, s.102 vd.;Selahaddin PARLADIR,Din Eğitimi Bilimine Giriş,Anadolu Matbaacılık,İzmir,1993, s.43

 

[6]Bkz.Pierre Bovet, Din Duygusu ve Çocuk Psikolojisi, çev Selahattin Odabaş, İş Bankası yay. Ankara, 1958, s.18,19,72,73; Kerim Yavuz, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı yay. Ankara, 1981, s.39,43,107; Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV.Yay. Ankara, 1993, s.259; Osman Pazarlı, Din Psikoloji, Remzi Kitabevi, İstanbul 1982, s.94.

[7]Müslim, Kader,23; Tirmizi, Kader,5; Buhari, Kader,3

[8]Bovet,a.g.e.,s.136,137

[9]Hökelekli,a.g.e., s.254,255

[10]Armaner,a.g.e., s.82,83; Hökelekli, a.g.e., s.255

[11]Armaner,a.g.e., s.84; Haluk Yavuzer, Ana Baba ve Çocuk, Remzi kitabevi, Ankara 1986, s.255, 256; Antoine Vergote, “Çocuklukta Din”, çev. Erdoğan Fırat, AÜİFD.XXII, (1978), s.317-319

[12]Yavuz,a.g.e.,s.27

[13]Belma Özbaydar, Din ve Tanrı İnancının Gelişimi Üzerine Bir Araştırma, Baha Matbaası, İstanbul 1970, s.12

[14]Armaner, a.g.e., s.85; Hökelekli, a.g.e., s.256

[15]Bovet, a.g.e., s.56; Yavuz,a.g.e., s.46,63; Selçuk,a.g.e., s.76

[16]Hökelekli,a.g.e., s.257,258

[17]Baymur,a.g.e., s.58; Başaran, a.g.e., s.40,41,91

[18]Selçuk,a.g.e., s.90

[19]Ebu Davud, Salat,26

[20]Yavuz,a.g.e., s.169; Armaner,a.g.e., s.86

[21]Armaner, a.g.e.,s.86-87; Hökelekli,a.g.e., s.264,265; Yavuz,a.g.e., s.173,174

[22]Yavuz,a.g.e., s.54; Guy Jacquin, Çocuk Psikolojisinin Ana Çizgileri, çev. Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1964, s.135

 

[23]Yavuz,a.g.e., s.231,234

[24]Yavuz,a.g.e, s.55,103,249

[25]Jacquin,a.g.e., s.88

[26]Yavuzer,a.g.e., (1982), s.154

[27]Yavuz,a.g.e., s.248; Armaner,a.g.e., s.86,87; Bovet,a.g.e., s.49;Erdoğan Fırat, “Üniversite Öğren-cilerinde Allah İnancı ve Din Duygusu”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, AÜ.İlahiyat Fakültesi, Ankara 1977, s.36

[28]Özbaydar,a.g.e., s.12