20 Kasım 2024 Çarşamba

İdam mı, Cinayetlere Devam mı?


İdam cezası, bir kişinin ciddi suçlardan dolayı devlet tarafından ölümle cezalandırılmasıdır. Günümüzde insan hakları ve adalet sistemleriyle ilgili çeşitli tartışmalara yol açan bu ceza, dünya çapında bazı ülkelerde kaldırılmış olsa da  (Amerika ve Çin başta olmak üzere 50 kadar ülkede)   uygulanmaktadır.

İdam cezası tarihsel olarak, suçluları cezalandırma ve toplumda korku yaratarak caydırma amacıyla uygulanmış bir ceza türüdür. Genellikle cinayet, vatana ihanet, terörizm, uyuşturucu ticareti gibi ağır suçlar için kullanılmıştır. Türkiye'de idam cezası 1984'te son kez uygulanmış ve 2004 yılında, Avrupa Birliği ile müzakereler çerçevesinde, tamamen kaldırılmıştır. İdam cezasının kaldırılmasının ardından, ülkemizde ömür boyu hapis cezası gibi alternatif ceza yöntemleri kullanılmaktadır.

Sözlükte “ardından gitmek, iz sürmek, yaptığı işte birinin yolunu takip etmek; kesmek, eşitlemek ve misilleme yapmak” mânalarına gelen kısâs  İslam hukukunda, kasten öldürdüğü kişiye karşılık fâilin öldürülmesini, kasten işlediği müessir fiil sonucu mağdurda bedenî-fizikî zarar meydana getiren kimsenin benzeri şekilde cezalandırılmasını ifade eder.

Eski toplumlarda “Cana can, göze göz, dişe diş” şeklinde formüle edilen kısas cezası, tarihsel süreçte toplumlara göre farklılıklar arz etmekle beraber hayata ve vücut bütünlüğüne karşı işlenen kasıtlı suçların kısasla cezalandırılmasının, günümüze intikal etmiş en eski hukuk metinlerine sahip İlkçağ kavim ve medeniyetlerine kadar uzanan uzun bir geçmişi ve yaygın bir uygulama alanı bulunmaktadır.

Haksız yere adam öldürmenin büyük bir suç ve günah olduğu ilâhî dinlerin ortak temalarından biri olup (Tekvîn, 9/5-6; Çıkış, 20/13; 21/12-14, 23/7; Sayılar, 35/11-21; Matta, 5/21-22; Luka, 18/20) Tevrat’ta adam öldürme ve yaralama ile sonuçlanan müessir fiillerin “cana can, göze göz, dişe diş, ele el, ayağa ayak, yanığa yanık, yaraya yara” şeklinde kısasla cezalandırılması öngörülür (Çıkış, 21/23-25; Levililer, 24/17, 19-21; Tesniye, 19/21).

Kur’an-ı Kerimde;"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa, artık ona hakkaniyetle uymalı ve kalan diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa, ona elem verici bir azap vardır.""Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız.” buyrulmaktadır.(Bakara, 2/178-179).

Kur’an’da dört yerde geçen kısas kelimesi, “denklik” anlamına geldiği bir yer dışında (el-Bakara 2/194) İslâm ceza hukukundaki terim anlamıyla kullanılmıştır (el-Bakara 2/178, 179; el-Mâide 5/45). Bu kavram hadislerde de kısas ve “kaved” şeklinde isim ve fiil kalıplarıyla sıkça geçmektedir.

İslâm öğretisinde kısas, temel insan haklarının çekirdeğini oluşturan ve diğer hakların kullanılması kendisine bağlı olan hayat hakkını güvence altına almaya yönelik bir müeyyidedir. Haksız yere ve kasten adam öldürme ve yaralamalar kısasla cezalandırılarak hem insan hayatına ve vücut bütünlüğüne yönelik haksız tecavüzler önlenmiş, hem de suçlu işlediği suça denk bir ceza görerek adalet sağlanmış olur. Kısasın olmazsa olmaz şartı, fâilin mükellef ve hür iradeye sahip bir kimse olması, fiilin kasten işlenmiş olmasıdır. Taksirli suçlarda kısas uygulanmaz.

Ülkemizde son yıllarda kadın ve çocuk cinayetlerinde görece bir artış gözlenmektedir. Sokak ortasında, çocuklarının, ailesinin gözü önünde hunharca katledilen kadınlar toplumda infial uyandırmaktadır. Taammüden işlenen cinayetlerin faillerine verilen müebbet hapis cezaları kamu vicdanını rahatlatmamaktadır. Faillere, işlenen suçla orantılı caydırıcı ceza verilmesi hukukun temel kuralıdır. Bunun yapılamadığı durumlarda (caydırıcı cezalar olmadığından)  suçların artacağı şüphesizdir.

Taammüden bir insanı öldüren, akıl sağlığı yerinde bir katilin, hapiste de olsa yaşamaya, yemeye-içmeye devam etmesi mâşerî vicdanda rahatsızlık yarattığında şüphe yoktur.

Küçücük kız çocuğunu kaçırıp her türlü kötülüğü yaptıktan sonra vahşice katleden caninin hapiste ömür boyu beslenmesini, çocuğu katledilen hangi ebeveyn hoş görebilir?

Ülkesine ihanet eden, gizli belge ve bilgileri yurt dışına sızdırarak ülkesinin zarar görmesine neden olan vatan hainlerinin idam dışındaki cezalarını kim kabullenebilir?

İdam cezasına karşı çıkanlar, “yaşama hakkının en temel hak olduğu” gerekçesiyle, idamın insan haklarına aykırı olduğunu ileri sürmektedirler. Bunu anladık da katilin öldürdüğü kişilerin yaşama hakları ne olacak? Başkasının yaşama hakkına saygı duymayanın yaşama hakkı neden olsun.

Eski yıllarda bazı bölgelerde idamlar halka açık olarak meydanlarda yapılırdı. Canlı canlı bir suçlunun idamını izleyen kaç kişi, sonucunu bilerek aynı suçu işlemeye cesaret edebilir?

İnsanın kangren olan bir organı, vücudun genel sağlığını koruma adına bünyeden kesilip atılır. Bunun gibi toplum sağlığını tehdit eden canilerin de idam edilmesi kamu yararı ve toplum sağlığı açısından elzemdir.

Cezalar mutlaka caydırıcı olmalıdır. Caydırıcı cezası olmayan suçların daha sık işlendiği malumdur. Sokaklara çöp atmanın uygun davranış olmadığını herkes bilmesine rağmen ciddi bir müeyyidesi olmadığından, birçok insan bu kurala uymaz. Trafik kurallarına uymamanın cezası her yıl artırılmakta,  verilen cezalarla kurallara uymayan sürücülerin  “canlarının acıması” dolayısıyla, trafik kurallarına azami uymaları hedeflenmektedir.

Bir insanın yaşam hakkına kasten son veren fail için en caydırıcı ve en adaletli ceza, onun da yaşam hakkına son verilerek idam edilmesidir. Daha fazla  kadın ve çocuk cinayetlerine şahit olmadan,daha fazla canlar yanmadan, kamu yararı için olmazsa olmaz olan idam cezası ivedilikle hukuk sistemimizdeki yerini almalı, kamu vicdanı rahatlatılmalıdır

7 Ağustos 2024 Çarşamba

657 SAYILI DMK ACİLEN DEĞİŞTİRİLMELİDİR

 

 

Türk milleti çalışkandır, üretkendir. Tarihimize baktığımızda sistemlerimizin iyi kurulduğu ve iyi işletildiği dönemlerde milletimizin neleri başarabildiği ortadadır. Kamu hizmetlerindeki kalitesiz ve verimsiz hizmetin temel sebebinin,  tembellik veya yetersizliğinden dolayı işsiz kalma riski olmayan kamu personelini koruyan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu olduğu ortadadır. Kamu istihdam sisteminde, kamu görevine giren kadrolu bir memur,  65 yaşına kadar iş garantisine sahip olması verimliliği, üretkenliği maalesef yok etmekte, memurları tembelleştirmektedir

Yaklaşık yarım asır önce çıkartılan 657 sayılı Devlet memurları kanunumuz var. Bu güne kadar birçok siyasetçi, birçok yazar ve akademisyen bu kanunun mutlaka değiştirilmesi gerektiğini belirttiler. Son olarak Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip ERDOĞAN da “657 Tepeden Tırnağa Değişmeli” diyerek bir kez daha konunun önemini dile getirdi. (https://www.memurlar.net/haber/704934/erdogan-657-tepeden-tirnaga-degismeli.html)

 Anayasamıza göre, devletin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetleri, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atamaları, hakları, sorumlulukları, görevleri, maaşları ve diğer özlük haklarının yasayla düzenleneceği hükme bağlanmıştır. (1982 Anayasası, madde:128) Kamuda çalışanların seçimi, hakları, sorumlulukları, izinleri, yaptırımları vs. hususlarını detaylıca ortaya koyan ve 1965 yılında çıkartılan bir kanunumuz var; 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu. (http://mevzuat.meb.gov.tr/html/657_12056.html)

 657 sayılı Kanun'daki tanımına göre memur;“Mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın, Devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilenler, bu kanunun uygulanmasında memur sayılır. Bu tanımlananlar dışındaki kurumlarda genel politika tespiti, araştırma, planlama, programlama, yönetim ve denetim gibi işlerde görevli ve yetkili olanlar da memur sayılır.”(657 SDMK, Madde:4)

Yine mezkûr kanunumuzda memurların hizmet sınıfları da belirlenmiş olup buna göre,

1.Genel İdare Hizmetleri 2.Teknik Hizmetler 3.Sağlık Hizmetleri 4,Eğitim ve Öğretim Hizmetleri  5.Avukatlık Hizmetleri 6.Din Hizmetleri 7.Emniyet Hizmetleri 8.Yardımcı Hizmetler 9.Mülki İdare Hizmetleri 10.Milli İstihbarat Hizmetleri, memurların sınıflarını oluşturur.

Bugünkü Durum:

Türkiye’de 657 Sayılı DMK’na göre memur statüsünde çalışan hizmetlisinden Valisine, Müsteşarına kadar bürokratlar; işsiz kalma korkusu olmayan bir sistemde çalışmaktadır. İş garantili memur istemiyorsa, içinden gelmiyorsa bu sistemde verimli çalıştırılabilmesi mümkün değildir. Hiçbir memur işini yapmadığı ya da beceriksiz olduğu için işini kaybetmez. Kanunun kendisine tanıdığı hakları kötüye kullanır, sevk alır, sahte sağlık raporları alır, mazeret izinleri alır, işine geç gelir, erken ayrılır, işini gereği gibi yapmaz. Verilen işler doğru ve zamanında yapılmadığı için bu tür memurlara amirlerince pek iş de verilmez. Bu tür personele disiplin açısından da fazla bir şey yapılamaz.  657 sayılı Kanun'un disiplin cezalarını düzenleyen 125'inci maddesinde beceriksizlik ya da niteliksiz iş yapmanın yaptırımı bulunmamaktadır. İşini doğru yapmayan, mesaisine dikkat etmeyen, tembel, verimsiz memur hakkında soruşturma açılabilir ve en fazla görev yeri değiştirilir, asla memuriyetten çıkartılamaz, kamuda hiçbir iş üretmeden 65 yaşına kadar maaş almaya devam eder.

Yıllar önce ilk görev yerimde bizzat yaşadığım olayı paylaşmak isterim, küçük bir ilçe yatılı bir okul, 80-100 kadar yatılı öğrencimiz var, ben de bu okulda acemi bir idareciyim. Okulumuzda her birinin ilçede iş yerleri olan (esnaflık yapan)  7 kadrolu hizmetli mevcut, ama bulaşıkları sırayla öğrenciler yıkıyor. Bu durum beni rahatsız etti, durumu ilçe milli eğitim müdürüne izah ettim, ”haklısın ama bunlar kadrolu zor yaptırırız, Kaymakam Beyle bir görüşeyim” dedi.  Birkaç gün sonra Kaymakam Bey okulumuza geldi, durumu kendisine de izah ettim. Hizmetlilerle toplantı yaptı, “bu iş yapılacak,bulaşıkları yıkamak istemeyen söylesin onu başka yere göndereyim” dedi ve okulumuzdan ayrıldı. Ben hizmetlilere bulaşık yıkama nöbet listesi hazırladım ve tebliğ ettim. Hizmetliler bana küstüler, kazan kaldırdılar, her biri hastaneye giderek rapor aldılar. İlk sıralar çok sıkıntılar yaşadık, ama zamanla Kaymakamımızın dirayetli duruşu ve hizmetlilerimiz, o ilçede evleri ve işyerleri olmasından dolayı başka yere gitmeyi göze alamadıklarından kerhen de olsa bulaşıklar yıkanmaya başlandı. Bu örnek “nev’i şahsına münhasır” istisnai bir örnek olup buna bakarak “istenince oluyor” çıkarımı yapılması çok doğru olmaz.

Tembelliğinden ve işini tam yapmamaktan dolayı bir memuru asla atamazsınız, kitabına uydurulup atılsa bile mahkemeden geri döner. Bu sistem, aşkla çalışmayı, daha çok üretmeyi, rekabeti engellemektedir. Günümüzde kamu kurumlarında konuşulan “toplam kalite, iş standardı, stratejik plan, performans, verimlilik ölçümleri vs.söylemler 657 değişmediği sürece reklamdan, şovdan öte bir şey ifade etmeyen boş laflardır. Bu gün görece azalsa da, bir zamanlar memurlar için söylenen  “Bu gün git yarın gel” ya da ciddi bir özel kuruluşta çalışanlara hitaben “hepimiz çok çalışacağız, burası devlet dairesi değil ”lafı boşuna söylenmemiştir. Bu sistemde vatandaş değil, memur patrondur,  vatandaşın ödediği vergisinden maaşını alan memur vatandaşa pek ala “bu gün git, senin işini yapmıyorum, yarın, öbür gün gel” diyebilir/demektedir.

Sadece kıdeme bağlı terfiler, hizmet niteliğine bakılmadan ödenen maaşlar da memuru tembelliğe itmektedir. Memur için asıl olan “etliye sütlüye karışmamak, günü idare etmek, üstüyle iyi geçinmektir. Memur için halk arasında söylenen “salla başını al maaşını” lafında gerçeklik payı büyüktür. Sistem çalışanla, çalışmayanı ayırmaz, herkese aynı maaşı verir, bunu keşfeden çalışkan memurlar da zamanla vites küçültür, sisteme uyum sağlar. Bu uyuşuk sistem ve ortamda “olması gereken” ancak mevcuda göre “sıra dışı” istisnaen çıkan çalışkan memurlar, etrafındakiler tarafından hemen pasifize edilip terbiye! edilerek sistemle uyumlu! hale getirilirler. Uyum sağlamakta zorluk çekip risk alanlar sudan sebeplerle haklarında açılan disiplin soruşturmalarıyla yola getirilirler. “Hiçbir çalışma cezasız kalmaz ”lafı da muhtemelen buradan gelmiş olmalıdır.

Zaman zaman ülkede siyasi ve ekonomik krizler, deprem vb. büyük felaketler olur, genelde ülkede yaşayan bütün vatandaşlar bu krizlerden etkilenir. Seçimler kaybedilir, hükümetler düşer, iflaslar başlar, işyerleri kapanır,  işten çıkartmalar yaşanır. Bütün bu olumsuzluklardan en az zarar gören kesim memurlardır. Kriz nedeniyle yüz binlerce çalışan işsiz ve maaşsız kalırken, devlet garantisindeki memurların maaşı, dışarıdan borç  paralar bulunarak zamanında ödenir. Bu durum ülkemizdeki ev sahiplerinin “memur kiracı” tercih etmelerine neden olmuştur.

Aynı eğitimi almış, aynı okullardan mezun olmuş iki personelden kamuda çalışandan yeterli verim alınamaz iken özel sektörde çalışanı harikalar yaratmaktadır. Kamu hastanelerinde görev yapan hekimle, özel hastanelerde çalışan hekimin hastalarına yaklaşım ve ilgisine bakıldığında durum somutlaşacaktır. Devlette çalışırken veriminden pek memnun kalınmayan nice öğretmenin, özel okullara geçince efsaneleştiği bilinen durumlardır. Eskiden hastanelerde temizlik işlerinde görevli kadrolu elemanlar vardı, hastaneler pislikten geçilmezdi. Daha sonra temizlik işleri özel sektör eliyle yaptırılmaya başlanınca hastanelerimiz temizlik gördü. Benzer durum okullar için de geçerli olup, kadrolu hizmetlilerin bulunduğu okullar yeterince temizlenmez iken, son yıllarda iş kur aracılığı ile 7-8 aylık sözleşmeyle ve asgari ücretle görevlendirilen elemanların bulunduğu okullar daha temiz durumdadır. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.    

Sonuç olarak işini kaybetme riski ve rekabet ortamında çalışmayan kamu görevlileri yeterli ve kaliteli hizmet veremedikleri ortadadır. Düşük maaşa rağmen, memur kadrolarına rağbetin niçin fazla olduğu irdelendiğinde ”risksiz, rekabetsiz, 65 yaşına kadar iş garantisi” olduğu ortaya çıkar. Özellikle tembel yapılı, fazla çalışmayı sevmeyen, risk alma ve kendisini geliştirme çabası olmayan kişiler memur olmak için can atarlar. Zira Türkiye’deki memurluk tam da onlara göredir.

Neler Yapılabilir?         

Kamuda kaliteli hizmet üreten kesim kadrosuz, sözleşmeli ya da hizmet alım sistemiyle çalışan personeldir. İşini kaybetme riski, daha çok çalışmayı, daha çok üretmeyi sağlar.  Risk,  işin ve hizmetin garantisidir. Son zamanlarda taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi sürecinde, bir taşeron işçinin “bizler kadroya geçersek işleri kim yapacak?” sorusu durumu mizahi olarak açıklayan güzel bir örnektir.

Cumhurbaşkanımızın deyimiyle “657 Tepeden Tırnağa Değişmeli” ancak yeni düzenlemede behemehâl, ömür boyu iş garantisi kaldırılmalı, tüm kamu çalışanları belirli sürelerle sözleşmeli hale getirilmeli, performansı düşük olanların sözleşmeleri yenilenmemelidir. Bu yapılabilirse kamu kurumlarının hizmet üretimi ve hizmet kalitesinin hızla yükseleceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır.

3 Haziran 2024 Pazartesi

İhtiyaç mı, İhtiras mı?

 İhtiyaç mı, İhtiras mı?

İnsan, diğer canlılar gibi canlılığını sürdürebilmesi için birtakım temel, olağan ihtiyaçlara gereksinim

duyar. Beslenme, giyinme, barınma vs.bu ihtiyaçların başında yer alır. İhtiyaçların karşılanması

dünya nimetlerinden bir kısmına sahip olmayı gerektirir. İnsanoğlu yaratılış itibariyle diğer canlılardan

farklı olduğundan hayat standartları ve ihtiyaçları da farklı ve özeldir, ama asla sınırsız değildir.

İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız, buna mukabil kaynakların kıt olduğu” dayatılan bir argümanıdır.

Üniversite düzeyindeki “İktisata Giriş” derslerinin ilk konusu, üniversite hocalarının öğrencilere

öğrettikleri İktisatın tanımı budur; “İktisat, sınırsız ve sonsuz insan ihtiyaçlarının, sınırlı ve kıt

kaynaklarla en iyi şekilde nasıl giderilebileceğini inceleyen bir bilim dalıdır.”

Bu başlangıç noktasını pek sorgulayan olmaz. Hâlbuki tanımda dile getirilen “insan ihtiyaçlarının

sınırsız, kaynakların kıt olduğu” tamamen önyargıya dayanmaktadır Gerçekte, ne insanın ihtiyaçları

sınırsız ne de kaynaklar mutlak anlamda kıttır,.

Öncelikle “kaynakların kısıtlı olduğu” hususu tamamen tartışmalıdır. Örneğin, önemli doğal

kaynaklarımızdan olan petrol sınırlı olsa da, enerji üretimi bakımından güneş ve rüzgâr enerjisinin

sınırlı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.

Tanımın ikinci bölümünü oluşturan ihtiyaç ve isteklerin sınırsızlığı da makul ve sağlam mesnetli

sayılamaz. Hayatın idamesi için gerekli temel ihtiyaçlarımız bellidir ve sınırlıdır ki bunlar yemek,

içmek, giyinmek ve barınmaktan ibarettir.

İnsan sınırsız ihtiyaçlara sahip olmadığı gibi sınırsızca tüketmesinin de makul gerekçesi yoktur. Ama

insanın arzu ve ihtirasları sürekli körüklenerek, satın almaya sürekli teşvik edildiği bir gerçektir.

İsteklerimiz, popüler kültür bombardımanı, kredi kartı tuzakları, moda akımları ile sürekli tahrik

edildiği bir vakıadır. Normalde üretimin, tüketim için yapılması gerekirken, kapitalist çarkların

dönmesi için, tüketim üretim için yapılır hale geldi.. Yani, iktisatçıların söylediği gibi, insan

isteklerinin hiç bitmemesi onun doğasından gelmiyor. İnsan, reklam ve dayatılan yaşam biçimi

sonucunda sürekli tüketmeye sürükleniyor.

Popüler kültürün tükettirme saldırısının sonucunda, hiç giymedikleri yüzlerce giysiyi, onlarca

ayakkabıyı, pek kullanmadıkları ev aletlerini, sadece temel işlevlerini kullandıkları halde en gelişmiş

özelliklere sahip (araba, tv, fırın, cep telefonu vb. ) ürünleri satın almayı bir saplantı haline getirmiş

bireyler ortaya çıkmıştır.

Görüldüğü gibi oluşturulmaya çalışılan insan tipi, midesi doysa da gözü sürekli aç kalan, açgözlü bir

insandır. Aslında sınırsız olan ihtiyaçlar değil, insanoğlunun istekleri ve bitmeyen arzularıdır. Bu

bağlamda belki de “ ihtiyacı” yeniden tanımlamamız gerekiyor. Evet, ihtiyaç anlayışına yeni bir açılım

getirmek zorundayız

Rivayete göre 19. yüzyıl sonlarında ülkemizde, Doğu Anadolu bölgesinde müthiş bir kıtlık baş

göstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp

çıkaramayacaklarını tespit etmek için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma

neticesinde müşahede ettiği gerçek, son derece manidardı;

‘’Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de

kıtlık açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak, böyle güçlü bir içtimai yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan

üretmek imkânsız.’’


“İnsan insanın kurdudur” anlayışına sahip kapitalist batı toplumlarına bunu anlatmak zor olsa da

“Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’’ düsturunun hâkim olduğu toplumlarda gerçek açlık

mümkün mü?

İsraf yani gereğinden fazla tüketmek haramdır. Erdemli ve ahlaklı toplumlarda bireysel tüketim değil,

sahip olunan nimetlerin ihtiyaç sahipleriyle paylaşılması esastır.

İmkânlar kısıtlı, ihtiyaçlar sınırsız mı?

İnsanın ihtiyaçları sınırsız değil, temel kaynaklar da sınırlı değildir. Evrendeki ilahi sistem, her

canlının her türlü ihtiyacını giderebilecek şekilde kurulmuştur. Paylaşılması becerilebilirse tüm

canlılara yetecek kadar kaynak mevcuttur. Sınırsız olan, kapitalist toplumların bir türlü

doyurulamayan, savaşlara, cinayetlere, neden olan ihtiraslarıdır, arzu ve isteklerdir.

Dayatılan (sanal)ihtiyaçlarını zorunlu ihtiyaca dönüştüren birçok insan bu ihtiyaçlarını legal yollardan

karşılayamayınca gayri meşru eylemlere yönelebilmektedir. Böylece birçok hukuk dışı eylemler

gerçekleşmekte, kul hakkı yemekte, cinayetler işlenebilmektedir.

Hâlbuki “insan”, kendi menfaatini yerine getirirken diğer canlıların çıkarlarını da dikkate almak ve

imkânlarını, olmayanlarla paylaşmak zorundadır. İmkânları görece sınırlı olan insanların da “kanaat”

duygusuyla hareket etmesi, hayatta her zaman bütün ihtiyaçlarını tatmin edemeyeceğinin bilincinde

olması, mevcut imkânlarla yetinmeyi bilmesi, öğrenmesi gerekir.

İhtirasın tersi olan kanaat, aşırılıktan, ihtirastan kaçınmak, başkalarına kıskançlık duymamak ve

hakkına razı olarak gönül huzuruyla yaşamaktır.

Bugünkü yapay/sanal/dayatılan ihtiyaçlar insanları dürüst çalışmaya yardımlaşmaya sevk etmek

yerine maalesef bencilleştiriyor, israfa teşvik ediyor. Alışveriş esnasında her birey kendisine “ihtiyaç

mı, ihtiras mı” sorusunu sormalı ve sonra alışverişini yapmalıdır.

22 Mart 2024 Cuma

Sanal Öğretmen ihtiyacı Ya da Atanamayan Öğretmen Sorunsalı

 


Kamuda en kalabalık meslek grubu öğretmenliktir.  2024 yılı itibariyle 1,200 bin kadar öğretmen görev yapıyor ülkemizde. 2023-2024 öğretim yılı baz alındığında, temel eğitim ve ortaöğretime devam eden öğrenci sayımız yaklaşık 19 milyondur. Kabaca bir hesapla öğretmen-öğrenci oranına bakıldığında 1/15, yani her 15 öğrenciye bir öğretmen iyi bir orandır aslında.  Buradan düz mantıkla bakıldığında ülkemizde öğretmen ihtiyacı olmadığı söylenebilir. Ancak çeşitli faktörlerden kaynaklı ülke çapında öğretmenleri dengeli dağıtamama sorunuyla karşı karşıyayız. Bunun ki temel nedeni var, bunlar;

 1.Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanan “Eğitim Bölgeleri ve Eğitim Kurulları Yönergesi” ne göre,  coğrafi, ulaşım, nüfus yoğunluğu, birbirine yakınlık vb. etkenlere göre oluşturulacak “Eğitim Bölgeleri”ndeki: “Kaynak Kullanımı: Eğitim bölgesi olarak belirlenen sınırlar içerisinde; insan gücünün, eğitim kurumlarının ve sosyal tesislerin fizikî kapasitesi ile eğitim araç ve gerecinin eğitim kurumu ayırımı yapılmaksızın bir program çerçevesinde etkili, verimli ve ortak kullanımı sağlanır.” Yani Eğitim Bölgesindeki her okula her branşın normu verilmez, özellikle haftalık ders saati az olan branşlarda (A) okulundaki bir öğretmen  (B) hatta (C) okullarında da ders okutur.  Bir örnekle somutlaştırırsak; bir eğitim bölgesinde 5 okul olduğunu ve bu okullarda da toplam 20 saat Görsel Sanatlar dersi olduğunu varsayalım. Bu yönergeye göre bu eğitim bölgesindeki bir okula Görsel Sanatlar dersi öğretmeni verilir ve bu öğretmen bölgedeki toplam 20 saat dersi okutur. Çok doğru, kaynaklarımızın yerinde kullanımı için çok gerekli olan bu yönergenin gereği maalesef bazı yörelerimizde doğru yapılmamış, 2-3 eğitim bölgesi olması gereken bazı yerleşim yerleri, 10-15 farklı eğitim bölgelerine ayrılmışlar, buralardaki her okula haftada asgari 6 saat ders yükü bulunan tüm branş öğretmenlerinin normunun verilmesi sağlanarak kaynaklar heba edilmektedir. Bakanlığımız çıkarttığı yönergenin uygulamasındaki sıkıntıları da dikkatle izlemeli, yanlışlıklar düzeltilmelidir.

2. Bakanlığımızın Mevcut norm kadro  yönetmeliğine (Meb.Eğitim Kurumları yönetici ve öğretmenlerinin norm kadrolarına ilişkin 16/6/2014 tarih ve  2014/6459 sayılı yönetmelik) göre okul öncesi ve  ilkokullarda “10’ dan aşağı olmamak üzere açılan her şube için bir  öğretmeni normu” verilmektedir.(Madde 15-16)   Yönetmelikte, ana sınıfları  hariç (ana sınıflarında şubedeki  üst sınır  20 öğrenci) şubelerdeki üst  öğrenci mevcudu sınırı belirlenmemiştir. Hal böyle olunca birçok fiziki kapasitesi yetersiz okullarda şube mevcutları 30-35’ i bulabilirken, derslik sıkıntısı bulunmayan bazı okullarda da her 10-12 öğrenci için ayrı şubeler açılabilmektedir. 10-12 kişilik şubeler ülke gerçekleri ile pek bağdaşmamakta, aynı bölgedeki bazı okullarda 30-35 kişilik, bazı okullarda da 10-12 kişilik şubelerin varlığı öğretmenler ve veliler arasında huzursuzluğa neden olabilmektedir.

Branş öğretmenliği normunda da haklı olarak haftalık ders saati belirlenmiş, haftalık toplam ders yükü a) 6-31 saate kadar 1, b) 31-42 saate kadar 2, c) 42’den fazla olması hâlinde her 21 saat için 1, branş öğretmeni normu verileceği yönetmelikte belirtilmiştir.(Madde:18) Burada da durum okul müdürünün inisiyatifinde gibidir. 32-33 kişilik bir sınıf tek şube de olabilir, 2-3 şubeye de ayrılabilir. 2-3 şubeye ayrılması demek okuldaki her branş için öğretmen normunu sanal olarak 2-3 karta çıkartmak demektir.

Görüldüğü gibi ülkemizde reel değil sanal bir öğretmen açığı bulunmakta, bunun sebebi de “Eğitim Bölgelerinin doğru oluşturulamaması, Norm kadro yönetmeliğinde, ikinci şubelerin oluşturulmasında makul sınır belirlenememiş olması nedeniyle bazı okul idarelerinin keyfi olarak şube sayılarını (dolayısıyla haftalık ders saatleri ve normlarını) çoğaltmaları sanal öğretmen açığına neden olmaktadır

Neler Yapılmalı?

Ülkemiz zengin ve çok gelişmiş bir ülke değildir. Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama GSMG 40 bin Dolar civarında iken bu rakam ülkemizde son yıllarda daha yeni yeni 11 bin dolar seviyelerini görmüştür. Kıt ve sınırlı kaynaklarımızı en verimli ve en tasarruflu şekilde kullanmamız gerekir. Bu bağlamda;

1.”Eğitim Bölgeleri ve Eğitim kurulları  Yönergesi”nde,” Eğitim bölgesi olarak belirlenen sınırlar içerisinde; insan gücünün, eğitim kurumlarının ve sosyal tesislerin fizikî kapasitesi ile eğitim araç ve gerecinin eğitim kurumu ayırımı yapılmaksızın bir program çerçevesinde etkili, verimli ve ortak kullanımı sağlanır”  ifadesine  ülke çapında işlerlik kazandırılmalı, eğitim bölgelerinin doğru tespit edilip edilmediği sürekli kontrol edilmeli, şartları uygun, birbirine yakın, ulaşım  imkânına sahip mahalle ve köyler  ayrı ayrı değil tek bir eğitim bölgesi olarak belirlenmeli, haftada 6 saat ders  yüküne  bir öğretmen normu verilmemelidir.

2.Norm kadro yönetmeliği tekrar gözden geçirilmeli,  bir okuldaki normun azaltılıp çoğaltılması okul müdürünün inisiyatifinden alınmalı” ana sınıfları hariç, tüm okullarda öğrenci mevcudu 30’u geçmeyen sınıflarda 2.şubenin açılamayacağı” yönetmeliğe konulmalı ülke genelinde uygulama birliği oluşturulmalıdır.

 Bunlar yapılabildiğinde, ülkemizde öğretmen eksikliğinin olmadığı görülecek, öğretmenler arası iş barışı sağlanmış, veliler arası şube mevcutları polemikleri asgariye indirilmiş olacaktır.

Atanamayan Öğretmen Sorunsalı

2024 yılında halen 500 bin kadar öğretmenin atama beklediği, popülist söylemle, 2024 yılında 500 bin atanamayan öğretmen bulunduğu vakıadır. (https://www.kamuajans.net/meb-personel/branslara-gore-2024-atama-bekleyen-ogretmen-sayilari-583827)

Ancak yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ülke genelinde doğru ve dengeli bir dağılım yapılabilse öğretmen ihtiyacının olmadığı görülür. Ancak bir milyondan fazla çalışanı bulunan öğretmenlik mesleği ile ilgili medyada yapılan bir haber, siyasilerin popülist söylemleri hep işe yaradığından   “atanamayan öğretmen” tabiri çok doğru olmasa da sık sık kullanılmakta, kamuoyunun gündeminde hep yer edinmektedir.

 “Atanamayan Öğretmen”   tabiri doğru değildir;

1.Ülkemizde 200’den fazla üniversitede yüzlerce fakülte ve yüksekokul bulunmakta ve üniversitelerde toplam 7 milyon kadar öğrenci çeşitli alanlarda eğitim görmektedir. Ülkemizde üniversite eğitimi yurt, kredi, burs, beslenme vb. yollarla desteklenmekte ama üniversite diplomasına sahip olanlara iş garantisi verilmemektedir ki üniversite okuyan her öğrenci bunu baştan bilmekte bu şartları bilerek ve kabul ederek üniversiteyi okumaktadır. Bu cari uygulamaya göre devlet yeteri kadar üniversite açmakta, dezavantajlı öğrenciler için yurt, kredi vb. desteklerle fırsat eşitliği sağlamaya çaba sarf etmektedir. Üniversiteyi bitiren birey kişisel gelişim seviyesi, bilgi birikimi, yabancı dil bilgisi, vb. artılarıyla sınavlarda başarılı olmak kaydıyla belirlenen kontenjan sınırlılığı içerisinde kamuda işe başlayabilir.

2.Her sene kamuya öğretmen alımı yapıldığından, öğretmenlik bölümlerini bitiren üniversite mezunlarının atanma şansları devam etmektedir. Oysaki  kamuya hemen hemen hiç alım yapılmayan başta, her yıl 30 bin kadar mezun veren İİBF (İktisat, İşletme, iş idaresi, Ekonomi, Ekonometri, Çalışma Ekonomisi, Muhasebe ve Finansal Yönetim, Maliye, Yönetim Bilimleri, Kamu Yönetimi, Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler)  ve Gıda ve Ziraat başta olmak üzere birçok Mühendislik, Sosyoloji, Arkeoloji mezunları gibi diğer birçok bölümden yıllarca ya mezunlarının yüzde birini bile bulmayan çok az alım yapılmakta ya da hiç alım yapılmamaktadır. Medyada ve siyasi söylemlerde, medyatik ve popülist değeri öngörülmediğinden atanamayan bu bölümlerden pek bahsedilmez.

3. “Atamayacaktın niye üniversite/bölüm açtın” serzenişleri de, makul ve mantıklı olmayan, tamamen duygusal ve kışkırtıcı bir söylemdir. Zira şartlar, atanma ihtimalleri baştan bellidir. Üniversite öğrenci adayı, üniversite eğitimi öncesi yerleştiği/okuyacağı bölümün iyi analizini yapmalı, hobi amaçlı eğitim dışında, istihdam alanı olmayan bölümlerde okumaktansa üniversite eğitimi yerine bir meslek öğrenmenin daha doğru olacağını asla unutmamalıdır.

4.Üniversite sınavına giren öğrencilerden ilk 750 binlere girenler 2 ya da 4 yıllık (ön lisans/lisans) bir bölüme yerleşebiliyorlar. Üniversitede istihdam sorunu yaşanmayan, Tıp, Eczacılık, Diş Hekimliği, İyi Mühendislikler, atama sıkıntısı olmayan öğretmenlik branşı bölümlerini okumak için üniversite sınavında ilk 50 binler sıralamasında olmak gerekmektedir.  Biraz daha toleranslı düşünürsek üniversite sınavında ilk 100 bine giremeyen bir öğrencinin istihdam alanı olanı olan bir bölüm okuması imkânsızdır. Öğrenciler bunu bilerek, uzmanlara danışarak, doğru analizler yaparak üniversite okuyup okumamaya kendileri karar vermeliler, üniversite bitirdiklerinde, işsiz kaldıklarında başkalarını suçlamamalıdırlar.

11 Mart 2024 Pazartesi

Ramazan Güzeldir


 

Dindar olmasan da güzeldir Ramazan.

Iskalanmaması, tadına varılması gereken çok özel, çok güzel bir dönemdir.

Ramazan; sıcak pide kuyruğundaki sabırsız bekleyiş, iftar çadırlarındaki uzun kuyruklardır.

Sahur vakti duyulan nostaljik davul sesleri, çocuklukta tutulan  “Tekne Oruçları” dır.

  Çocuk iken gün boyu biriktirilen “iftarlıklar” dır.

Eski günlerdir;  ağzı dualı anneannen,  elinde Mushaf mukabele takip eden dedendir, iftar sofrasını yetiştirme telaşı içinde, oradan oraya koşuşturan annendir.

Gidilip-gelinen iftar davetleri, bazen alınan “diş kiraları” dır Ramazan.

Yahya Kemal’in  “Atik-Valde’den İnen Sokakta” şiiri, Sezai Karakoç’un nefis “Oruç Ülkesi” analizidir.

Sahurda, uykulu gözlerle içilen çay, televizyondaki Türk filmi, radyodaki türküler ve oyun havalarıdır.

İftara yakın, mutfaktan gelen mis gibi kokular,  masanın üzerindeki zeytin tabağı, atılan top ya da beklenen ezandır.

Alış -veriş sonrası verilmiş imsakiye, çarşıdan özenle alınmış hurma, abur cubura uzun aradır.

Minarelerdeki mahyalar, Ramazana ulaşmanın şükrü için “Elhamdülillah” demektir.

Yetişilememiş bir iftar, uyanılamamış bir sahur, erken kopartılmış bir lokma ekmektir kimi zaman.

Oruçlu olduğumuzu unutup yiyip içmektir bazen.

Bazı dükkanların camlarına asılan “Ramazan Dolayısıyla Kapalıyız” dır.

Müslüman olmayan mahalle sakinlerinin bile açıkta yiyip içmemeye özen göstermeleridir.

Camilerde topluca kılınan uzun “Teravih Namazı”dır.

Bir ortaklık duygusudur Ramazan.

Yalnız, yapayalnız olmadığının duygusudur.

Hep birlikteliktir.

Açlığa, sıkıntıya beraber katlanma, ödülünü de beraber paylaşmadır.

Çevrende onca gönülle aç kalmış insan varken, “sizinleyim, ben de yemiyorum” dur.

Nimetlere ulaşmaya “sabretme”,  oruçla kıymeti daha da anlaşılan bunca nimet için “şükretmedir”  Yaradana.

Kendini dinleme, bir yılın muhasebesini yapmadır.

 Arınarak “huzur” bulmadır.

Arkasından gelen bayram, öpülen eller, açılmış kollar,belki bir daha asla olamayacak  kucaklaşmalardır.

“İyi dileklerdir “ Ramazan.

Yüzyıllardır süregelen bir paylaşma dönemini sakın ıskalamayın!

Pek dindar olmasan da, tek dua bilmesen de, hatta oruç tutamasan da çok güzeldir Ramazan.

                                                                                                                                                

 

                                                                       

9 Şubat 2024 Cuma

SOKAK HAYVANLARI

 


İnsanların yaşadığı yerleşim yerlerinin sokaklarında yaşayan, sahibi olmayan kedi köpekler için kullanılan tabirdir sokak hayvanları. Asırladır sokaklarda insanların arasında, insanlarla iç içe yaşamını sürdüren bu canlar, istisnalar dışında bırakınınız insanlara zarar vermeyi, sahiplenme, yoldaş olma, koruma, güvenlik vb. birçok alanda insanların yardımcısı da olmuşlardır. Son yıllarda hızlı kentleşmenin getirdiği sorunlardan biri de sokak hayvanlarının kentleşmeden olumsuz etkilenmiş olmalarıdır.  Sokak hayvanları, küçük köylerde ve kasabalardaki yaşam ortamlarını şehirlerde bulamamakta bunun sonucunda da bazı sıkıntılar yaşanmaktadır.   Eski köy çeşmelerinde “dahar”/ “yalak” olarak isimlendirilen, taşlardan ve ağaçlardan oyularak yapılan hayvanların su içmeleri için özel kaplar/bölümler yapılırdı. Sokaklarda yaşayan bütün canlılar buralardan su ihtiyaçlarını karşılarlardı. Maalesef günümüzde bunlardan eser kalmadı.  Hayvanlar doğal ortamlarda avlanıp, karınlarını doyuruyorlardı. Neredeyse köylerde bile doğal ortam bırakmadık, her taraf beton yığını haline geldi.  Bırakın aklı olmayan hayvanı, aç ve susuz kalan insanın neler yapabileceğini bir düşünün.  Şehir hayatında yok sayılan,  aç ve susuz kalan, şiddet gören sokak hayvanlarının sıkıntı çıkartmaması mümkün mü?

Sokak hayvanları kaynaklı vukuatlar ülkemizde son aylarda iyice köpürtülmeye başlandı. “Başıboş sokak köpeklerinin insanlara saldırdığı, yaraladığı hatta öldürdüğü”, “ sokaklarda hayvan olmaz, Avrupa’da sokak hayvanı göremezsiniz, bunlara mutlaka bir çare bulunmalı,  acilen önlem alınmalı” nevinden haberleri sıkça işitmeye başladık. Her zaman olduğu gibi önce “alt yapı” hazırlanıyor, toplum bir kıvama getirilmeye çalışılıyor. Medeni! çağdaş! Avrupa ülkeleri bu işi şöyle çözmüşler; sokaklardaki hayvanlar toplanıp barınaklara yerleştiriliyor, yörede yaşayan insanlara duyuruluyor, belirli sürede sahiplenme olan hayvanlar sahiplerine veriliyor, diğer canlar sürekli  “uyutuluyor”  yani öldürülüyor, yani katlediliyor. Hikâyenin sonu belli, bize de şu anda çözüm diye dayatılan aslında bu.

Zerre miktarı vicdan sahibi hiç kimse bu çözüme evet diyemez,  diyememeli, dememelidir.  Biz akıllı insanların, bir nevi bizlere emanet edilmiş diğer canlıları öldürme hakkı asla yok, bilakis yaşatma görevi,sorumluluğu var. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde sadece hayvanların yaşamını kolaylaştırmak için birçok vakıf kurulduğu bilinen hususlardır. https://www.konyapostasi.com.tr/makale/osmanlida-hayvan-sevgisi-ve-hayvan-vakiflari-1-94047

Topkapı Sarayının bahçesindeki meyve ağaçlarına karıncalar sardığında, Kanuni Sultan Süleyman’ın, zamanın Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi ile yaşadığı bir anekdotu hatırlamakta fayda var burada;

''Osmanlı Devleti’nin kudretli padişahı Kanunî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı’nın bahçesinde zaman zaman gezintiye çıkardı. Ağaçları, çiçekleri çok sever, sarayın bahçesinde kuş sesleri arasında denizi seyre dalardı. Bir gün yine bahçede dolaşırken meyve ağaçlarından birkaç tanesinde çürüme emareleri fark eder. Dikkatli inceleyince ağaçların karıncaların istilasına uğradığını görür. Aklına ağaçları ilaçlayıp karıncalardan kurtarmak gelir. Ancak karıncanın da can taşıdığını bunun vebali olacağını düşünerek hocası Ebussuud Efendi’ye danışmak ister. Hocasını odasında bulamayınca edebi üslupla bir soru yazıp odasına bırakır''

''Sanatkâr ruhlu bir hükümdar olan Sultan Süleyman, mahir bir kuyumcu olmasının yanı sıra Muhibbi mahlasıyla şiirler de yazardı. Onun ince bir üslupla yazdığı sualini Ebussuud Efendi odasına döndüğünde görür ve tebessümle okur. Sonra Kanunî’nin yazmış olduğu satırların altına sualin cevabını yine şairane bir üslupla cevap yazar. Kanunî hocasına şöyle sormuştur:''

''Meyve ağaçlarını sarınca karınca / Günah var mı karıncayı kırınca?

Hocası Ebussuud Efendi ise şöyle cevap veriyordu:

Yarın Hakk’ın divanına varınca / Süleyman’dan hakkın alır karınca.''

 

Sokak Hayvanları Gerçekten  Tehlike mi ?

Genel olarak hayır, istisnaen bazı sıkıntılar var ama bunların müsebbibi, sorumlusu da biz insanlarız. İnsanlar tarafından bazı köpeklerin genleri, huyları değiştirildi. Bilerek ve isteyerek saldırgan haline getirildi. Şehir hayatında yok sayılan,  aç ve susuz bırakılan, şiddet gören sokak hayvanları da zaman zaman sıkıntı çıkartabiliyor. Ama bunun çözümü tüm sokak hayvanlarını yok etmek asla değildir ve olmamalıdır. Sokak hayvanlarından bir kısmı sokakta tehlike arz ediyor diye tüm sokak hayvanlarının öldürülmesini düşünmek makul olabilir mi? Sokaktaki “bazı insanlar”, sokak köpeklerinden çok daha tehlikeli değil mi? Sokaklardaki ölümlerin, yaralanmaların çok büyük miktarı insanlardan kaynaklıdır. “Ters baktın, trafikte yol vermedin, sesini yükselttin vs.” sebepsiz  kavgalar, cinayetler, yaralamalar…. İnsanlar mı sokak hayvanları mı daha tehlikeli? O zaman sokaklardaki insanları da toplasak mı?

Avrupa’nın çözümü makul ve vicdani mi?

Hayır. Sokakları hayvanlardan (kedi-köpek) arındırmak için canlıları toplayıp öldürüyorlar. Bunun vicdani/insani olmadığı bir tarafa, bu uygulamayla doğal dengeyi de bozuyorlar. Avrupalıların bu uygulamaları neticesinde birçok Avrupa şehirlerinde “yağmurdan kaçarken doluya tutulmak misali”  sokakları fareler basmış durumda. Asırlardır Afrika ülkelerinin tüm varlıklarını iliklerine kadar sömüren, genç, güçlü ve sağlıklı insanlarını kaçırıp köle pazarlarında satan bir zihniyetten, insani/vicdani olmayı beklemek de pek anlamlı değil zaten.

Sonuç;

Yüce Allah Bu kadar devasa, ucu, sınırı, sonu belli olmayan bir evreni, sadece 8 milyon bencil insan türü için yaratmış olabilir mi? Öyle olsaydı adını bile koyamadığımız, henüz birçoğunu keşfedemediğimiz milyonlarca farklı canlı türü dünyada olur muydu? Tabi ki  hayır. Evrendeki bazı canlı-cansız varlıkları yok etmek hakkımız olabilir mi?  Sokak hayvanlarını  ( hatta dağlardaki yabani hayvanları)  çeşitli gerekçelerle yok etmek, Allah’ın yarattığı, var ettiği bu düzeni bizim bozmamız manasına gelir ve bizim bunu yapmaya asla hakkımız olamaz. Bırakın hayvanları katletmeyi, kedi ve köpek gibi hayvanları doğal yaşam ortamlarından alınıp apartman dairelerine hapsedilmeleri de bu hayvanlara yapılan büyük haksızlıklardandır. O hayvanlara ev ortamında daha iyi bakılması, daha iyi beslenmesi de onlara yapılan haksızlığı hafifletmez.

Millet olarak çok kadim, çok köklü bir medeniyet geçmişimiz var. Tarihimizde dağlardaki yabani hayvanların aç kalmaması için tedbirler alan vakıflar kuran bir medeniyete sahibiz.  Bu konuda Avrupa’yı asla örnek alamayız, almamalıyız. İnsan olduğumuzu hatırlamalı, canlı cansız bütün mahlûkata karşı vicdanlı, saygılı, sorumlu davranmalıyız. Sokak hayvanları konusunda da sağduyu ile sorunları önümüze koymalı, “yaşatmak” merkezinden ayrılmadan makul çözümler üretmeliyiz.